Tahlisiye sandalında 16 saat
Koronalı günler başlar başlamaz ülkeler arasında karşılıklı uçuşlar durdurulunca, Ankara’daki Kanada Elçiliğine adımı hemen yazdırmıştım, ¨Bir süre için İstanbul’daydım, işlerim uzadı, ailem Edmonton’dadır¨; böylece Başbakan Trudeau’nun tahliye listesine eklendim.
Federal hükümet dünyanın neresinde olursa olsun Kanadalıları geri toplamayı vazife edinmişti, elçilikler haldır haldır çalışıyor, tek tek isimler saptanıyor, temaslar kuruluyor; hummalı bir faaliyet ki sormayın. Sonunda haber geldi, İstanbul Havalimanından 11 Nisan Cumartesi günü uçağınız kalkacak, tek ve son uçaktır denildi; bindin bindin.
Cuma günüydü; erken saatlerde telaşeye gerek yok diye ağırdan alıyorum! Ben, Koronalı haberlere dünyamı kapatmıştım, tek başına kalmış insanlara ait bildik psikolojik savaşı veriyor, sosyal medyayı dinlemiyordum: ¨Bursa Hastanesinde doktor amcam dedi ki, yüzlerce vaka varmış¨, kulak asmam. Fakat sokağa çıkma yasağından da haberdar ol, değil mi; onu da bir öğrencim haber verdi, yoksa kös yatacak, sabah ekmeksiz uyanacağım İstanbul’da.
Eski öğrencim Derya Gülbahar arıyor, saat 23:00; zaman yok, geceden havalimanına gitmeli. Elime ne geçerse valize doldurup bir taksiye bahşişiyle cep boşaltan bir para verip uçağı beklemek üzere havalimanına vardım; kapılar kapalı, uçak iptal ama Pazartesiye kalkacakmış. Döndük aynı taksiyle, taksicinin keyfi gıcır, boş dönmüyor.
Sokağa çıkılmadı, yasak öncesi sokak kavgalarına tanık olundu, anavatanımda bütün ülke bunları konuştu. Pazartesi sabahı uçak kapısındayız, işlemler, denetlemeler, iki yüz civarında Kanadalı sıraya girdi, THY’den anlaşmayla kiralanmış uçağa doluşuldu. Nuh’un Gemisine biner gibiyiz, yanımda bir çift zürafa, birkaç şempanze ve karı koca gergedan eksik!
Uçakdaşlarıma bakıyorum, herkesin yüzüne endişeli bir umut yansımış, sanki Titanic batıyor da biz kurtarma sandalına canımızı zor atıyoruz. Kanada’da virüs yok mu zannediliyor! Var; olmaz mı! Ama oradayken tek kelime İngilizce konuşmayan, Batı/AngloSakson kültürüne sırt çeviren, sabah akşam Türk dizilerini izleyen, Kanada’nın kamusal alanına geriden izleyici kalıp bütün gün Ankara’daki siyasi işlere burnunu sokan bu insanlar şimdi sıkı Kanadalı olmuşlar. Zira Başbakan herkese maddi destek veriyormuş haybeden, böyle duymuşlar ve zannediliyor ki, hastanelere gidince izzet ikram görülecektir; bu arbede bitsin, tekrar dönerler ¨melmekete¨...
Bana gelince zaten var olan dönüş tarihimi uçakların iptali uzayacağından erkene almış oldum; işimi de tam yaptım, eksiksiz. Şimdi, tekrar Kanada yazıları yazmak üzere İstanbul’dan ayrılıyorum. Elçilik uçak ayarlamasaydı maceraya kalkışacaktım, hani serüveni de severim. Deyin ki Jules Verne’nin 80 Günde Devrialem romanındaki Sir Phileas Fogg’um, bir de yanımda uşağı Passaporte olsa, tam olacak.
Kanada’ya geri dönüş yolları kapanınca neler araştırmamıştım, uşak araması işin latifesidir. Evvela Katar’a gidecektim, zira THY oraya hizmeti asla kesmez. Oradan Nijerya başkenti Lagos’a her gün bir uçak varmış dediler, ¨Olsun, ben giderim n’olacak¨ dedikçe dostlarım delirdiğime kâni oldu. Lagos Yeni Kıtaya en yakın Afrika şehri, oradan bir uçak daha, ver elini Rio de Janeiro. Uçak yoksa palamar çözen bir şilep falan da mı yoktur; vardır herhalde. Rio’da ne yapacağımı hayal memurlarım henüz kestiremiyordu, oradan ilerisi meçhul. Herhalde Kanada’ya doğru uçan kaçan birileri olmalıydı, onlara takılır, işte öyle böyle gezerek giderdik; hayalim olmadı, elçilik işe karıştı, planlarımı bozdu.
Bütün bu hayal, bana, E.M.Remarque’un muhteşem romanı ¨Lizbon’da Bir Geceyi¨ anımsatmaktaydı. Tıpkı, 2.Dünya Savaşında Almanya’dan güneye kadar Nazi casuslarından kaçarak Lizbon limanına dek gelmiş ve ertesi sabah Amerika’ya kalkacak bir şilebe binmek hazırlığındaki evli Yahudi çiftin son dakikalarına ait o gerilimi yaşıyordum; referanslarım da hep romanlardır. Zira ben bir vakitler çocukken, şimdi başlığını bile hatırlamadığım herhangi bir romanın kapağını açıp içine girmiş, oradan bir daha çıkamamış biriydim.
THY uçağında eski şatafatlı, bonkör sunumları şimdi ara da bul; şehirler arası otobüslerdekine benzer bir şeyler verdiler. Allahtan tedbiri elden bırakmam, Derya bana iki günlük sandviçler hazırlamıştı. Uçakta çay kahve de yok, su dağıtıyorlar Saka gibi, o da istersen.
Tahlisiye Sandalına bindin mi bunları aramayacaksın; insan her şeyi sineye çeken bir varlık, hemen alıştık, hatta iyi de oldu, ne o öyle sabah akşam çay, kahve bile dedik; haklı çıkardık kendimizi. Bunlar neyse ne, asıl hostes yoktu, bildiğimiz hostes hanımlar; yerine, kabin görevlisi adı verilen bazı genç delikanlılar koridorlarda dolaşıp duruyordu. Kibar çocuklar ama.
Hasılı tahlisiye sandalımız uçuyordu. Aktarmasız Toronto’ya varılacaktı, indiğimizde karantinaya alınıp testlere tabi tutulacağız zannediyordum, öyle denilmişti, yapılmadı. Bunun yerine vatandaşının sözüne itibar eden bir devlet anlayışıyla kapıda memurlar nasılsın iyi misin, diye sordular; iyiyiz diyenler geçti, kimse de galiba yalan söylemedi. Edip Cansever’in ¨Ben Ruhi Bey nasılım¨, dizesi aklımda, memura iyiyim dedim, yalan da söylemedim.
Toronto Havalimanı Kuzey Amerika kıtasında ABD ve Kanada’nın aktarma noktalarından en önemlisi, taşra uçuşlarının çoğu buradan yapılıyor. Edmonton uçağına bilet alırken gişelerden birisinde boş oturan sevimli bir genç memur kızcağız öteden bana bakıyordu; geldi, Türk müsünüz dedi, o Tokatlıymış. Tokatlı olunca Türk olunmaz mı diyemedim, sevimli bir yüze kırk yılın başında rast gelmişken edilir söz değildir.
Havalimanında in cin top oynuyor, THY’den çıkan bizimkiler kayboluruz diye sanırım birbirlerini bırakmıyorlar. Birlik ve beraberliği burada görmek mümkün, çünkü hâlen dilini öğrenmedikleri bu ülkenin vatandaşı olunca, eski ülkesinin de vatandaşlığına sığınıp birbirlerine yol gösteriyor, yordam soruyorlar. Herkes yolunu buluyor, zaten kimse de kaybolmuyor hayatta... Onlar da gidecekleri kentlerin uçak aktarmalarını alıp yola çıktılar, ben Edmonton’ a kalkacak küçük uçaktaki toplam 5 yolcudan biriydim; bindim, varacağım yere vardım işte.
Batan gemiden kurtulup, Okyanusta tahlisiye sandalında Mr.Parker adlı Sirk hayvanı kaplanla baş başa kalmış Pi’nin Yaşamı kadar ilginç değildi bütün bunlar ama bu romanın yazarı Yann Martel’in memleketindeydim işte.
[Not: Bu yazı, Cumhuriyet gazetesinde, 18 Mayıs 2020 sayısında bazı kısaltmalarla yayınlanmıştır; kendi yazımı oradan iktibas ediyorum.]