Tuesday, 30 June 2015



Şamata olsun, Marina'nınki gibi olsun!

Kuzenim Zeynep Dilek Ercan'la, günün birinde, yollara dökülüp ¨Avropa¨ turu yapacağımız aklıma gelmezdi, işte günün biri geldi ve oldu.
Sevindim, mutlu oldum.
Ailemizin 'Florance Nightangle' i diye adlandırdığımız, her şeye her zaman ve her durumda koşturan Zeynep Dilek'i, kızım Gülin Dreesen'in Belçika-Leuven'deki evinde konuk etmek fikri ardından kısa bir tura razı etmesi, bir saniyelik iş oldu.
¨Dilek'ciğim, haydi kalk Avropaa'ya gidelim, çeşmelerinden soğuk sular içelim!'
¨Ya-hooo! Yarın sabah valiz hazırdır...¨
Elbette gönül arzu ederdi ki, Ercan ailesiyle birlikte gezilsin, ama fırsat elvermedi.
Biz iki çocukluk arkadaşı, ağbi kardeş, teyze kızım Zeynep Dilek'le yollara birlikte koyulduk.
Gülin'in yaşadığı kent Leuven'i, şetaret torunumuz Maren Mina'nın şaklabanlıklarını, ¨İtaaaalya?!¨ diye geçenlerde gittiklerinden pek beğendiği için tutturması, sonra efendim Amsterdam'a geçişimiz, orada bir gece Stayokay Hostel'inde kızlar koğuşuna Dilek'i yerleştirip, kendimi de erkekler arasında zannedecekken benim koğuşuma yer yokluğundan kalmaya razı olmuş civanmert üç Çekoslavak güzelinin misafir oluşu, alaca karanlıkta üst baş değiştirmeleri, sonra efendim ertesi gün şehrin Kırmızı Lambalı Evler sokaklarında camekân güzellerini Dilek'e gösterip onu şaşkına çevirmek, orada bulduğumuz bir balık ekmekçiden türlü atıştırmalar, sonra Brüksel'e, sonra Brugge'a, sonra Ostendee'ye gidiş, ardından Paris'e araba kiralayıp geri dönüş başlı başına hikâye'dir.
Paris gezisi, daha önceki yerleri avcumun içi gibi bildiğimden, tıpkı diğer şehirlerin kılavuzu gibi bir mihmandarlık misali olarak dilden dile geçecek, kulaktan kulağa aktarılacak biçimde sürecekti sürmesine, lakin göbeği burnunda ve yakın zamanda beni ikinci kez dede yapacak olan kızım da bize katılınca, Maren Mina'yı babaanne Miet Hanıma bırakıp geziye iştirak etmesiyle yavaşladı, çok yer dolaştıramadım kuzen Dilek'e...
Yoksa, biz ikimiz, Paris kazan biz kepçe misali altını üstüne getirirdik evvelallah...
Birisiyle yola çıkmak çok önemlidir. 
Yanınızdaki insanın mızmız, burnu düşse eğilip almaz, kolay beğenmez, müşkülpesent ve dırdırcı olması, hele yolculuklarda, hiç çekilmez.
Allah herkese, kuzen kardeşim Zeynep Dilek gibi yol arkadaşı versin. Otur dedim oturdu, iç dedim içti, ye dedim yedi; daha ne olsun! Kaldırımlarda taban teptik, bana mısın, demedi... Kuru, katıksız ekmek versem, sesi çıkmayacak bir yol arkadaşı!
Neyse ki, kentlere dair tarihî bilgilerle dolu açıklamalarım da ona yetip artıyor, birkaç günde ne görülebilecekse, hele Paris gibi bir geniş mekânda, onlarla yetiniyordu.
Arasan bulunmaz seyahat arkadaşıdır...
Paris'te, Caulaincourt Boutique Hostel adlı bir yerde geceyi geçirecektik; şehrin eğlence merkezi Moulin Rouge'ya yakın bir yerdedir, şıp diye bulduk! Hostel tercih etmemiz, otel fiyatlarının fâhiş olması yanı sıra, yaşamında gençlerle birlikte kalınan hostellere ait tecrübesi olmamasıydı, Dilek'in; ben maşallah epeyi tecrübeliyim.
Kızı yaşında kızlarla beraber kalması hoş olacaktı, açıkçası; ilgi çekiciydi.
Kaldığımız hostelin sıcak Paris gecesinde yarı açık pencereleri sokaktan gelen bir şamatayla, gürültü patırtıyla kısa sürede perdelendi; başka bir şey duyulmaz oldu.
Ben titizliği suratından belli olan bir Hırvat delikanlıyla altlı üstlü yatıyordum; ranzada yani... Burada, Amsterdam'da karşılaştığımca, tesadüfen, Çek kızlar yoktu! Odadaki diğer iki delikanlı yastığa baş koyar koymaz horultuyla rüya âlemine yuvarlanıp giderken, Hırvat delikanlı dünyanın zaptiyesi gibi ortalığı intizama sokmak kararındaydı; uyumadı.
Ben de bir süre uyuyamadım, ama benimkisi titizlikten değildi. Sokaktan gelen kahkaha, şen şakrak çığlıklar, şarkılar, arada bir duyulan akordiyon sesleri, kızlı erkekli dans edilen müziklerin çalıntısı sabah dört sularına kadar sürdü, sonra kesildi.
Ertesi sabah, yani bize kalan uyku saatiyle dört-beş saat sonra, hostelin kahvaltı salonundayız. Dilek ve ben, gece boyu kızlı erkekli ayrı odaların pencerelerinden içeri taşan bu seslerle uyuyamamış olmaktan hiç şikâyetçi olmaksızın, hem de aynı anda, birbirimize bu durumu itiraf edip duyduğumuz şamatadan memnuniyetimizi anlattık.
Evet öyleydi! Ben kendi hesabıma memnundum. Zira buralarda, Paris'i de içine katarsanız Güney Avrupa şeridindeki ülkelerde yaz, bahar geceleri insan sesleriyle dolar; buralarda bu sesler olmazsa, asıl o vakit, insana hüzün çöker...
Uykumuza devam edip, uzaktan uzağa bir eğlence dinlemeyi sürdürerek geçirilen zaman, bize o yüzden rahatsızlık vermemişti.
Yakın zamanlarda yıldızı parlamaya başlamış şarkıcı İspanyol dilberi, bir şalı ve elinde yelpazesi eksik, Marina Garcia'nın son günlerde ortalıkta dolaşan şu videosu, durumu açıklıyor.
Benzerini Lizbon'da, fado-barlar polis mecburiyetiyle sabaha karşı 2'de kapatılınca, insanların sokaklara taşıp müziğe, şarkıya, eğlenceye ve sohbete doymadan sabahladıklarını görmüştüm.
Marina'nın, gece yarısını aşmış olunan bir saatte, arkadaşlarıyla beraber, bar çıkışı, elinde kadehiyle tutturduğu İspanyol flamenko şarkısını izleyeceğiniz bu videosunu seyrederken ne hissediyorsam, o gece, Paris Şamatasında aynı duygular içindeydim. 
Tıklayınız, seyrediniz; haksız mıyım yani?
https://www.youtube.com/watch?v=0Bokv0wvD-g
Şamata olacaksa, Marina'nınki gibi olsun, razıyız; gelsin şarkı söylesin, uykumuz feda...