YAZMAYA BAHANE ÇOKTUR
EkDergi başlığıyla basılı ve internette yayım yapan dergide yayınlandı.
Bu tür yazılara Türk yazı dünyası, edebiyatı biraz bigâne -yabancı durur.
Nurullah Ataç rahmetli denedi bu denemeleri evvela, birçok yazar ucundan kıyısından bulaştı.
En makbullerini Türk edebiyatına Salâh Birsel üstat bırakmıştır.
Deneme yazısı, yazarın okuruyla sohbet ediyor tarzında kaleme aldığı, bir fikir yahut görüş çerçevesinde dolanan, ancak kesinkes akademik-makale tarzı kaynaklara yönelmiş, hatta iddiası olan bir yazı da değildir. Maksat hoş sohbet olsun, gönüller hoşnut bulunsun...
İşte bu yazı da benim birçok deneme yazılarım gibi, bu kez, bir iç hesaplaşma üzerine kurulu...
Lâkin son yıllarda tüm gezilerime arkadaşlık etmiş bir gözlük üzerine olunca, FatoşlaBasri'ye yakışır dedim; buraya aktarıyorum.
Yazıyı okumazdan evvel, EkDergi'ye ve yöneticisi, editörü Sayın Ali Gradiva Şimşek'e saygı için, emeğe saygı için lütfen bir kez olsun buradaki linke tık tık ediniz; ister oradan okuyunuz ister buradan...
Her ikisi de aynı yazıdır.
Ne var ki, EkDergi'deki yazı sayacını çalıştırmak üzere, sizlerin de okuduk yahu, vallahi çok beğendik dercesine tıklamanızı rica ediyorum.
http://www.ekdergi.com/kaybolan-esyanin-pesinde/
Dün güneş gözlüğümü kaybettim.
Zaten nasıl kaybettiğimi, nerede
yitirdiğimi de hiç hatırlayamıyorum; beni çileden çıkaran tam da bu!
Dün kaybettiğim gözlük, sadece
güneşe karşı duyarlı bir mercek değil, aynı zamanda numaralı bir reçeteye aittir;
cüzdan yakan cinsten bir şeydi.
Hakiki olmayan deri taklidi bir
muhafaza içinde saklıyor, gündelik kullandığım şeffaf camları güneşe çıkınca
burnum üzerinden alıp bunları takıyordum.
Kaybettiğini fark etmek ilk panik
hâlidir; yok canım, kaybolmamıştır, herhâlde şurada bir yerdedir diye ceket
cepleri defalarca yoklanır.
Sanki böyle domates mıncıklar
gibi cepleri dışarıdan üst üste, pek çok defa sıkmanın, içeriye el sokup türlü
şeylerden arta kalmış tozların, yün ve ip parçacıklarının toparlak olduğu en
dibine kadar parmak ucuyla yoklamanın bir yararı olur zannederiz.
Ne fuzuli iş!
Kaybolan şey orada değildir…
İlk panikten sonra insan zihni
türlü senaryolar üretiyor; bunlara insanın inanası tutar.
Kendini aldatması ne güzeldir;
gözlüğü aramaya koyulunca evvela onun parka bıraktığım araç içinde kalmış
olacağına inanıp kendimi aldatıyorum mesela...
Zihnim beni oyalıyor, evden çıkıp
tekrar park yerine kadar gideceğim süre içinde yeşermiş umudum beni mutlu
ediyor: Tabii ya, gözlük arabada kaldı, çıkarken cebimden koltuk altına düşmüş
olmalıdır!
Gece vaktidir, yanıma el feneri alıp
gidiyor, iğne deliği gibi ancak içinden dikiş ipliği geçecek yerlere kadar bakıyorum;
döşeme altları, torpido gözü, bagajdaki ilkyardım çantası dahi elden geçiyor…
Şimdi bu hayal kırıklığının bir
tesellisi olmalı, sıra ona geldi; kendimle alay etmeliyim:
¨İlkyardım çantasında ne işi var,
behey avanak! ¨
Araçtan geri döndüm, eve girdim,
baştan sona konaklayabileceğim noktaları düşünerek tekrar evi gözden geçiyorum.
İşte şurası, arka avlunun
kapısından girmiştim, her zaman yaptığım gibi cüzdanımı, kol saatimi, araç
anahtarı destesini, cep telefonu, o günkü kimi öteberi alışverişlerinin veriş fişlerini şu etajer üzerine
bırakmıştım; gözlük orada değildir.
Sonra tuvalete gitmiştim, tekrar
gidiliyor; yok!
Ha, posta kutusuna bakmak üzere
ön kapıya çıktığımı da hatırladım; orada düşmüştür namussuz şey!
Ön kapıdan umut kesildi; sıra
geldi üst kattaki çalışma odasına ama oraya çıkmamışken gözlüğün yokluğunu fark
etmiştim ya, fakat olsun Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi meselesi bu.
Belki getirmiştir…
Orada yoksa, bütün evi, gezmemiş
olsam dahi karış karış arayacağım; şart olsun!
Birçok dakikayı alan bu
araştırmanın sonucu, elbette hüsrandır.
Şimdi zihnim yeni projeler
üretiyor, tamam diyor bana, kayboldu işte, eve gelmezden evvel sırt çantanın
yan cebine koymuştun, oradan düşmüş olmalı…
Şu Aşkın Güç ve inanış yok mu, zihnimi ele geçirmektedir şimdi:
¨Zaten gözlük kılıfını oraya
koyarken, bu buradan düşer demiştim, dediğim çıktı! ¨
Bu bir tür batıl inançtır;
demiştim oldu, kırk kez söylersen olur, taklit etme hakikisi gelip seni bulur!
Bu lafazanlık beni tatmin
etmiyor, etmedi. Şimdi zihnim başka bir şey icat etmeyi becerdi, bunu pek
beğendim, oyalanıyorum onunla:
Bana diyor ki, bu güneş gözlüğün
iki yaşındadır, zaten önümüzdeki yıl yenisini alacaktın, sigorta şirketi ödemesini
yapacak, varsın kaybolsun, şunun şurasında üç beş ay sabredersin, üstelik
önümüz sonbahar sonrası kış, kaç kere hava güneşli olur, sen de fiyaka olsun
diye takma be birader…
Zihnimin unuttuğu bir şey var,
ona beynimin bir tarafı hatırlattı; hangi tarafıdır bilmiyorum…
İyi de diyor beynimin öteki
itirazcı hizip kanadı, sen bu gözlüğü asıl gözlüğüne bir hâl olursa, yedek
olarak kullanmak üzere koruyordun, şimdi maazallah asıl gündelik merceklerin
kırılırsa ne edeceksin!
Zihnim akıllıdır, buna hemen bir
cevap bulacaktır; buldu bile…
Diyor ki, çaresi var her şeyin,
artık marketlerde bile Çin yapımı, ucuz mu ucuz, lakin kabul ediyoruz
kalitesiz, numaralı gözlükler satılıyor, al onlardan bir tane, üstelik üç
kuruşa…
Bir şeyi unuttu zihnim, beynimin
muhalif partisinden derhal itiraz geldi; bir gensoru vermedikleri kaldı…
Tamam, belki haklısın, fakat
unutmayınız ki diyor nereden bu konuşmanın yapıldığını bilemediğim o iç ses, iç
mekâna ait parlamento oturumundaki sesleniş, senin kaybettiğin gözlüğün de, şu
an koca burnum üzerinde gezdirdiğin bu mercekler de progresif camdır; yabana
atılmaz.
Gitti güzelim güneş gözlüğüm
desenize, diye araya girdim, üzüldüm, hatta biraz da perişan oldum.
Bu kadar üzülecek ne var! Öyle
demesin kimse, mal canın yongasıdır!
Artık gözlüğümün kaybolduğuna
bütünüyle iman ettim, aramaktan da vaz geçtim.
Yenilgiyi kabul etmiş tarafın
mahzunluğuyla öteki işlerime döndüm, ev ahalisine de ser veriyor sır
vermiyorum… Ben değil miydim, her gün, hayatım boyunca bir şey kaybetmediğimi
söyleyip hemen her gün her şeylerini yitirenlere üstünlük taslayan.
Bu mücadelelerim bitti, tükendi;
ben de güneş gözlüğümün artık kim bilir nerede, kimlerin elinde olduğunu
düşünerek razı oldum; lakin yarından yine de umudum var…
Gece vaktidir, bu saatte dışarı
çıkılmaz, fakat sabah ola hayrola; ben bu işin peşini bırakmam. Sabah sabah,
bugün, yani yarınki sabaha göre dün gittiğim üç yere gideceğim, soracağım.
Evvela Starbucks kafesine
gitmiştim, oradakiler beni tanır, sormalıyım.
Sonra şehir kütüphanesine
uğramıştım, oranın kayıp eşya sistemi sıkı çalışır; tabii ya, elbette oradadır.
Orası da değilse, bizim orta
okuldaki oğlanın okulundaki dolabına raf çakmaya gitmiştim; tamam, işte orada
düşürdüm cebimden. Fakat cebinde değildi diyor zihnim, benim bu kadarcık
tesellimi çok görüyor, çantanda taşıyordun.
Boş ver, sen zihninin seni
aldatmasına inanma demekteyim, yarın olacak ve ben gözlüğü bulacağım.
Sabah oldu, bütün günümün en
büyük meselesi bu gözlüğü aramak oldu. Akşama kadar balığa çıkıp eli boş dönen
Tevfik Fikret’in balıkçı babası gibi, elim boş geri geldim.
¨Bugün açız
yine evlatlarım diyordu peder!
Bugün yine
açız, lakin yarın ümit ederim
Sular biraz
daha sakinleşir… Ne çare, kader! ¨
Artık uzatmaya gerek yok, belli, gözlüğü
kaybettik.
Buna karar vermiş olmak yetmiyor,
evde fuzuli gezintilere başladım. Mesela aslında gerekmediği hâlde bodrum
katına iniyor, başka bir şey yapıyor gibiyim; hayır aslında gözlüğü arıyorum.
Ne var ki, bu arayış bilinçli bir
tarama değildir; gözlerim arıyor, aklım sanki başka yerde…
İnsan beyni kaç işi aynı anda
yapıyor, şaşırmak lazımdır.
Gözlükten umudu kesmiş gibi
ortalıkta avare avare dolaşırken aslında gözlerim bir yandan onu arıyor.
Ertesi gün oldu, üçüncü gündür, güneş gözlüğüm de gözlüğüm diye kendime
söylene söylene, şikâyetimin esiri olarak dolaşmaktayım.
Sırf bu yüzden
yapacağım birçok başka şeyi bile hakkıyla yerine getirmediğimi de görüyor,
anlıyor, farkına varıyor ve bu kez kendime kızıyorum.
Gözlük de güzel bir gözlüktü be!
Ben onunla neleri, nereleri
seyretmemiştim ki; Atina’daki Parlamento önünde nöbet değişimi yapan
Palikaryadan Efzun askerlerini bile…
Generis humani querelis! İnsanoğlunun şikâyetleri
bitmez…
Kapı çaldı, ben son bir umutla
buzdolabının derin dondurucusuna bakıp gözlüğü orada ararken, bir dostum
geçerken uğramış…
Benim geçerken uğrayanlarım çoktur,
gelirler en güzel saatlerimin, hazır olduğumu hissedip yazı masası başına
oturacağım vakitlerin hırsızıdırlar; geldi yine…
İyi ki geldi!
Misafir ayakkabılarını koyduğum
rafın kapağını açınca, önüme yuvarlandı; gözlüğüm, o kaç gündür gözümü alan
siyah leke gibi kılıfıyla gözlüğüm…
Oraya nasıl girmiştir, kim
saklamıştı, Şeytan alıp götürememiş miydi, ne olmuştu; kimin umru!
Yerden aldım, sanki şimdi oraya
düşmüş gibi kendime bu aptalca aranışımı lüzumsuz gösteren bir umursamazlıkla
götürüp yan yana istifli duran cüzdan-saat-anahtarlıkların yanına bıraktım.
Oysa, diyordu zihnime itiraz eden
beynimdeki o çok geveze taraf, bir bulayım hele, helalinden alınmış mal işte
böyle olur diyecek ve onu alıp kutsal bir metni öper gibi evvela dudaklarıma
sonra başımın üstüne koyup taç edeceğim.
Gözlük şimdi emin ellerde, bende;
onu yeniden kazanmışım gibi kullanmamak üzere sağlam bir yere kaldırdım.
Bütün bunlar olurken çektiğim
azabı hafifletecek biçimde, ne denli profilik bir beyine sahip olduğumu
düşünüyor, hayatımda bir fırtına daha atlattım diye seviniyordum.
* Başlığın M.Proust’un devâsa eseri Kayıp Zamanın Peşinde’ye bir gönderme
olduğunu biliyor, bilerek yapıyorum.
* * Yazıya
bu girişin de, Albert Camus’nün Yabancı
başlıklı o muhteşem, eline su dökülmez eserinin ilk satırlarına benzediğini biliyorum;
buna intihal [Plagiarism] denmez, itiraf edilerek yapılan çalıntı hiç olur mu,
azizim!