Saturday, 23 May 2020

Tahlisiye sandalında 16 saat

Koronalı günler başlar başlamaz ülkeler arasında karşılıklı uçuşlar durdurulunca, Ankara’daki Kanada Elçiliğine adımı hemen yazdırmıştım, ¨Bir süre için İstanbul’daydım, işlerim uzadı, ailem Edmonton’dadır¨; böylece Başbakan Trudeau’nun tahliye listesine eklendim.
Federal hükümet dünyanın neresinde olursa olsun Kanadalıları geri toplamayı vazife edinmişti, elçilikler haldır haldır çalışıyor, tek tek isimler saptanıyor, temaslar kuruluyor; hummalı bir faaliyet ki sormayın. Sonunda haber geldi, İstanbul Havalimanından 11 Nisan Cumartesi günü uçağınız kalkacak, tek ve son uçaktır denildi; bindin bindin. 
Cuma günüydü; erken saatlerde telaşeye gerek yok diye ağırdan alıyorum! Ben, Koronalı haberlere dünyamı kapatmıştım, tek başına kalmış insanlara ait bildik psikolojik savaşı veriyor, sosyal medyayı dinlemiyordum: ¨Bursa Hastanesinde doktor amcam dedi ki, yüzlerce vaka varmış¨, kulak asmam. Fakat sokağa çıkma yasağından da haberdar ol, değil mi; onu da bir öğrencim haber verdi, yoksa kös yatacak, sabah ekmeksiz uyanacağım İstanbul’da.
Eski öğrencim Derya Gülbahar arıyor, saat 23:00; zaman yok, geceden havalimanına gitmeli. Elime ne geçerse valize doldurup bir taksiye bahşişiyle cep boşaltan bir para verip uçağı beklemek üzere havalimanına vardım; kapılar kapalı, uçak iptal ama Pazartesiye kalkacakmış. Döndük aynı taksiyle, taksicinin keyfi gıcır, boş dönmüyor.
Sokağa çıkılmadı, yasak öncesi sokak kavgalarına tanık olundu, anavatanımda bütün ülke bunları konuştu. Pazartesi sabahı uçak kapısındayız, işlemler, denetlemeler, iki yüz civarında Kanadalı sıraya girdi, THY’den anlaşmayla kiralanmış uçağa doluşuldu. Nuh’un Gemisine biner gibiyiz, yanımda bir çift zürafa, birkaç şempanze ve karı koca gergedan eksik! 



Uçakdaşlarıma bakıyorum, herkesin yüzüne endişeli bir umut yansımış, sanki Titanic batıyor da biz kurtarma sandalına canımızı zor atıyoruz. Kanada’da virüs yok mu zannediliyor! Var; olmaz mı! Ama oradayken tek kelime İngilizce konuşmayan, Batı/AngloSakson kültürüne sırt çeviren, sabah akşam Türk dizilerini izleyen, Kanada’nın kamusal alanına geriden izleyici kalıp bütün gün Ankara’daki siyasi işlere burnunu sokan bu insanlar şimdi sıkı Kanadalı olmuşlar. Zira Başbakan herkese maddi destek veriyormuş haybeden, böyle duymuşlar ve zannediliyor ki, hastanelere gidince izzet ikram görülecektir; bu arbede bitsin, tekrar dönerler ¨melmekete¨...


Bana gelince zaten var olan dönüş tarihimi uçakların iptali uzayacağından erkene almış oldum; işimi de tam yaptım, eksiksiz. Şimdi, tekrar Kanada yazıları yazmak üzere İstanbul’dan ayrılıyorum. Elçilik uçak ayarlamasaydı maceraya kalkışacaktım, hani serüveni de severim. Deyin ki Jules Verne’nin 80 Günde Devrialem romanındaki Sir Phileas Fogg’um, bir de yanımda uşağı Passaporte olsa, tam olacak.
Kanada’ya geri dönüş yolları kapanınca neler araştırmamıştım, uşak araması işin latifesidir. Evvela Katar’a gidecektim, zira THY oraya hizmeti asla kesmez. Oradan Nijerya başkenti Lagos’a her gün bir uçak varmış dediler, ¨Olsun, ben giderim n’olacak¨ dedikçe dostlarım delirdiğime kâni oldu. Lagos Yeni Kıtaya en yakın Afrika şehri, oradan bir uçak daha, ver elini Rio de Janeiro. Uçak yoksa palamar çözen bir şilep falan da mı yoktur; vardır herhalde. Rio’da ne yapacağımı hayal memurlarım henüz kestiremiyordu, oradan ilerisi meçhul. Herhalde Kanada’ya doğru uçan kaçan birileri olmalıydı, onlara takılır, işte öyle böyle gezerek giderdik; hayalim olmadı, elçilik işe karıştı, planlarımı bozdu.
Bütün bu hayal, bana, E.M.Remarque’un muhteşem romanı ¨Lizbon’da Bir Geceyi¨ anımsatmaktaydı. Tıpkı, 2.Dünya Savaşında Almanya’dan güneye kadar Nazi casuslarından kaçarak Lizbon limanına dek gelmiş ve ertesi sabah Amerika’ya kalkacak bir şilebe binmek hazırlığındaki evli Yahudi çiftin son dakikalarına ait o gerilimi yaşıyordum; referanslarım da hep romanlardır. Zira ben bir vakitler çocukken, şimdi başlığını bile hatırlamadığım herhangi bir romanın kapağını açıp içine girmiş, oradan bir daha çıkamamış biriydim.
THY uçağında eski şatafatlı, bonkör sunumları şimdi ara da bul; şehirler arası otobüslerdekine benzer bir şeyler verdiler. Allahtan tedbiri elden bırakmam, Derya bana iki günlük sandviçler hazırlamıştı. Uçakta çay kahve de yok, su dağıtıyorlar Saka gibi, o da istersen. 
Tahlisiye Sandalına bindin mi bunları aramayacaksın; insan her şeyi sineye çeken bir varlık, hemen alıştık, hatta iyi de oldu, ne o öyle sabah akşam çay, kahve bile dedik; haklı çıkardık kendimizi. Bunlar neyse ne, asıl hostes yoktu, bildiğimiz hostes hanımlar; yerine, kabin görevlisi adı verilen bazı genç delikanlılar koridorlarda dolaşıp duruyordu. Kibar çocuklar ama.
Hasılı tahlisiye sandalımız uçuyordu. Aktarmasız Toronto’ya varılacaktı, indiğimizde karantinaya alınıp testlere tabi tutulacağız zannediyordum, öyle denilmişti, yapılmadı. Bunun yerine vatandaşının sözüne itibar eden bir devlet anlayışıyla kapıda memurlar nasılsın iyi misin, diye sordular; iyiyiz diyenler geçti, kimse de galiba yalan söylemedi. Edip Cansever’in ¨Ben Ruhi Bey nasılım¨, dizesi aklımda, memura iyiyim dedim, yalan da söylemedim.
Toronto Havalimanı Kuzey Amerika kıtasında ABD ve Kanada’nın aktarma noktalarından en önemlisi, taşra uçuşlarının çoğu buradan yapılıyor. Edmonton uçağına bilet alırken gişelerden birisinde boş oturan sevimli bir genç memur kızcağız öteden bana bakıyordu; geldi, Türk müsünüz dedi, o Tokatlıymış. Tokatlı olunca Türk olunmaz mı diyemedim, sevimli bir yüze kırk yılın başında rast gelmişken edilir söz değildir.
Havalimanında in cin top oynuyor, THY’den çıkan bizimkiler kayboluruz diye sanırım birbirlerini bırakmıyorlar. Birlik ve beraberliği burada görmek mümkün, çünkü hâlen dilini öğrenmedikleri bu ülkenin vatandaşı olunca, eski ülkesinin de vatandaşlığına sığınıp birbirlerine yol gösteriyor, yordam soruyorlar. Herkes yolunu buluyor, zaten kimse de kaybolmuyor hayatta... Onlar da gidecekleri kentlerin uçak aktarmalarını alıp yola çıktılar, ben Edmonton’ a kalkacak küçük uçaktaki toplam 5 yolcudan biriydim; bindim, varacağım yere vardım işte.
Batan gemiden kurtulup, Okyanusta tahlisiye sandalında Mr.Parker adlı Sirk hayvanı kaplanla baş başa kalmış Pi’nin Yaşamı kadar ilginç değildi bütün bunlar ama bu romanın yazarı Yann Martel’in memleketindeydim işte.




[Not: Bu yazı, Cumhuriyet gazetesinde, 18 Mayıs 2020 sayısında bazı kısaltmalarla yayınlanmıştır; kendi yazımı oradan iktibas ediyorum.]

Sunday, 16 September 2018

Bu sefer gezilerime katılan GÜNEŞ GÖZLÜĞÜM üzerine yazdım...

YAZMAYA BAHANE ÇOKTUR

Geçenlerde kaybettiğim, sonra yitik eşeğine kavuşan Keloğlan gibi, bulunca pek sevindiğim güneş gözlüğüm üzerine serbest tarzda, deneme usülü bir yazı çıktı kalemimden.
EkDergi başlığıyla basılı ve internette yayım yapan dergide yayınlandı.
Bu tür yazılara Türk yazı dünyası, edebiyatı biraz bigâne -yabancı durur.
Nurullah Ataç rahmetli denedi bu denemeleri evvela, birçok yazar ucundan kıyısından bulaştı.
En makbullerini Türk edebiyatına Salâh Birsel üstat bırakmıştır.
Deneme yazısı, yazarın okuruyla sohbet ediyor tarzında kaleme aldığı, bir fikir yahut görüş çerçevesinde dolanan, ancak kesinkes akademik-makale tarzı kaynaklara yönelmiş, hatta iddiası olan bir yazı da değildir. Maksat hoş sohbet olsun, gönüller hoşnut bulunsun...
İşte bu yazı da benim birçok deneme yazılarım gibi, bu kez, bir iç hesaplaşma üzerine kurulu...
Lâkin son yıllarda tüm gezilerime arkadaşlık etmiş bir gözlük üzerine olunca, FatoşlaBasri'ye yakışır dedim; buraya aktarıyorum.
Yazıyı okumazdan evvel, EkDergi'ye ve yöneticisi, editörü Sayın Ali Gradiva Şimşek'e saygı için, emeğe saygı için lütfen bir kez olsun buradaki linke tık tık ediniz; ister oradan okuyunuz ister buradan...
Her ikisi de aynı yazıdır.
Ne var ki, EkDergi'deki yazı sayacını çalıştırmak üzere, sizlerin de okuduk yahu, vallahi çok beğendik dercesine tıklamanızı rica ediyorum.

http://www.ekdergi.com/kaybolan-esyanin-pesinde/


Kaybolan Eşyanın Peşinde*

Dün güneş gözlüğümü kaybettim.
Yoksa bir gün evveli miydi; hatırlayamıyorum.*
Zaten nasıl kaybettiğimi, nerede yitirdiğimi de hiç hatırlayamıyorum; beni çileden çıkaran tam da bu!
Dün kaybettiğim gözlük, sadece güneşe karşı duyarlı bir mercek değil, aynı zamanda numaralı bir reçeteye aittir; cüzdan yakan cinsten bir şeydi.

Hakiki olmayan deri taklidi bir muhafaza içinde saklıyor, gündelik kullandığım şeffaf camları güneşe çıkınca burnum üzerinden alıp bunları takıyordum.
Kaybettiğini fark etmek ilk panik hâlidir; yok canım, kaybolmamıştır, herhâlde şurada bir yerdedir diye ceket cepleri defalarca yoklanır.
Sanki böyle domates mıncıklar gibi cepleri dışarıdan üst üste, pek çok defa sıkmanın, içeriye el sokup türlü şeylerden arta kalmış tozların, yün ve ip parçacıklarının toparlak olduğu en dibine kadar parmak ucuyla yoklamanın bir yararı olur zannederiz.
Ne fuzuli iş!
Kaybolan şey orada değildir…
İlk panikten sonra insan zihni türlü senaryolar üretiyor; bunlara insanın inanası tutar.
Kendini aldatması ne güzeldir; gözlüğü aramaya koyulunca evvela onun parka bıraktığım araç içinde kalmış olacağına inanıp kendimi aldatıyorum mesela...
Zihnim beni oyalıyor, evden çıkıp tekrar park yerine kadar gideceğim süre içinde yeşermiş umudum beni mutlu ediyor: Tabii ya, gözlük arabada kaldı, çıkarken cebimden koltuk altına düşmüş olmalıdır!
Gece vaktidir, yanıma el feneri alıp gidiyor, iğne deliği gibi ancak içinden dikiş ipliği geçecek yerlere kadar bakıyorum; döşeme altları, torpido gözü, bagajdaki ilkyardım çantası dahi elden geçiyor…
Şimdi bu hayal kırıklığının bir tesellisi olmalı, sıra ona geldi; kendimle alay etmeliyim:
¨İlkyardım çantasında ne işi var, behey avanak! ¨
Araçtan geri döndüm, eve girdim, baştan sona konaklayabileceğim noktaları düşünerek tekrar evi gözden geçiyorum.
İşte şurası, arka avlunun kapısından girmiştim, her zaman yaptığım gibi cüzdanımı, kol saatimi, araç anahtarı destesini, cep telefonu, o günkü kimi öteberi alışverişlerinin veriş fişlerini şu etajer üzerine bırakmıştım; gözlük orada değildir.
Sonra tuvalete gitmiştim, tekrar gidiliyor; yok!
Ha, posta kutusuna bakmak üzere ön kapıya çıktığımı da hatırladım; orada düşmüştür namussuz şey!
Ön kapıdan umut kesildi; sıra geldi üst kattaki çalışma odasına ama oraya çıkmamışken gözlüğün yokluğunu fark etmiştim ya, fakat olsun Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi meselesi bu. Belki getirmiştir…
Orada yoksa, bütün evi, gezmemiş olsam dahi karış karış arayacağım; şart olsun!
Birçok dakikayı alan bu araştırmanın sonucu, elbette hüsrandır.
Şimdi zihnim yeni projeler üretiyor, tamam diyor bana, kayboldu işte, eve gelmezden evvel sırt çantanın yan cebine koymuştun, oradan düşmüş olmalı…
Şu Aşkın Güç ve inanış yok mu, zihnimi ele geçirmektedir şimdi:
¨Zaten gözlük kılıfını oraya koyarken, bu buradan düşer demiştim, dediğim çıktı! ¨
Bu bir tür batıl inançtır; demiştim oldu, kırk kez söylersen olur, taklit etme hakikisi gelip seni bulur!
Bu lafazanlık beni tatmin etmiyor, etmedi. Şimdi zihnim başka bir şey icat etmeyi becerdi, bunu pek beğendim, oyalanıyorum onunla:
Bana diyor ki, bu güneş gözlüğün iki yaşındadır, zaten önümüzdeki yıl yenisini alacaktın, sigorta şirketi ödemesini yapacak, varsın kaybolsun, şunun şurasında üç beş ay sabredersin, üstelik önümüz sonbahar sonrası kış, kaç kere hava güneşli olur, sen de fiyaka olsun diye takma be birader…
Zihnimin unuttuğu bir şey var, ona beynimin bir tarafı hatırlattı; hangi tarafıdır bilmiyorum…
İyi de diyor beynimin öteki itirazcı hizip kanadı, sen bu gözlüğü asıl gözlüğüne bir hâl olursa, yedek olarak kullanmak üzere koruyordun, şimdi maazallah asıl gündelik merceklerin kırılırsa ne edeceksin!
Zihnim akıllıdır, buna hemen bir cevap bulacaktır; buldu bile…
Diyor ki, çaresi var her şeyin, artık marketlerde bile Çin yapımı, ucuz mu ucuz, lakin kabul ediyoruz kalitesiz, numaralı gözlükler satılıyor, al onlardan bir tane, üstelik üç kuruşa…
Bir şeyi unuttu zihnim, beynimin muhalif partisinden derhal itiraz geldi; bir gensoru vermedikleri kaldı…
Tamam, belki haklısın, fakat unutmayınız ki diyor nereden bu konuşmanın yapıldığını bilemediğim o iç ses, iç mekâna ait parlamento oturumundaki sesleniş, senin kaybettiğin gözlüğün de, şu an koca burnum üzerinde gezdirdiğin bu mercekler de progresif camdır; yabana atılmaz.

Gitti güzelim güneş gözlüğüm desenize, diye araya girdim, üzüldüm, hatta biraz da perişan oldum.
Bu kadar üzülecek ne var! Öyle demesin kimse, mal canın yongasıdır!
Artık gözlüğümün kaybolduğuna bütünüyle iman ettim, aramaktan da vaz geçtim.
Yenilgiyi kabul etmiş tarafın mahzunluğuyla öteki işlerime döndüm, ev ahalisine de ser veriyor sır vermiyorum… Ben değil miydim, her gün, hayatım boyunca bir şey kaybetmediğimi söyleyip hemen her gün her şeylerini yitirenlere üstünlük taslayan.
Bu mücadelelerim bitti, tükendi; ben de güneş gözlüğümün artık kim bilir nerede, kimlerin elinde olduğunu düşünerek razı oldum; lakin yarından yine de umudum var… 
Gece vaktidir, bu saatte dışarı çıkılmaz, fakat sabah ola hayrola; ben bu işin peşini bırakmam. Sabah sabah, bugün, yani yarınki sabaha göre dün gittiğim üç yere gideceğim, soracağım.
Evvela Starbucks kafesine gitmiştim, oradakiler beni tanır, sormalıyım.
Sonra şehir kütüphanesine uğramıştım, oranın kayıp eşya sistemi sıkı çalışır; tabii ya, elbette oradadır.
Orası da değilse, bizim orta okuldaki oğlanın okulundaki dolabına raf çakmaya gitmiştim; tamam, işte orada düşürdüm cebimden. Fakat cebinde değildi diyor zihnim, benim bu kadarcık tesellimi çok görüyor, çantanda taşıyordun.
Boş ver, sen zihninin seni aldatmasına inanma demekteyim, yarın olacak ve ben gözlüğü bulacağım.
Sabah oldu, bütün günümün en büyük meselesi bu gözlüğü aramak oldu. Akşama kadar balığa çıkıp eli boş dönen Tevfik Fikret’in balıkçı babası gibi, elim boş geri geldim.

¨Bugün açız yine evlatlarım diyordu peder!
Bugün yine açız, lakin yarın ümit ederim
Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader! ¨

Artık uzatmaya gerek yok, belli, gözlüğü kaybettik.
Buna karar vermiş olmak yetmiyor, evde fuzuli gezintilere başladım. Mesela aslında gerekmediği hâlde bodrum katına iniyor, başka bir şey yapıyor gibiyim; hayır aslında gözlüğü arıyorum.
Ne var ki, bu arayış bilinçli bir tarama değildir; gözlerim arıyor, aklım sanki başka yerde…
İnsan beyni kaç işi aynı anda yapıyor, şaşırmak lazımdır.
Gözlükten umudu kesmiş gibi ortalıkta avare avare dolaşırken aslında gözlerim bir yandan onu arıyor.
Ertesi gün oldu, üçüncü gündür, güneş gözlüğüm de gözlüğüm diye kendime söylene söylene, şikâyetimin esiri olarak dolaşmaktayım. 
Sırf bu yüzden yapacağım birçok başka şeyi bile hakkıyla yerine getirmediğimi de görüyor, anlıyor, farkına varıyor ve bu kez kendime kızıyorum.
Gözlük de güzel bir gözlüktü be!
Ben onunla neleri, nereleri seyretmemiştim ki; Atina’daki Parlamento önünde nöbet değişimi yapan Palikaryadan Efzun askerlerini bile…


Generis humani querelis! İnsanoğlunun şikâyetleri bitmez…
Kapı çaldı, ben son bir umutla buzdolabının derin dondurucusuna bakıp gözlüğü orada ararken, bir dostum geçerken uğramış…
Benim geçerken uğrayanlarım çoktur, gelirler en güzel saatlerimin, hazır olduğumu hissedip yazı masası başına oturacağım vakitlerin hırsızıdırlar; geldi yine…
İyi ki geldi!
Misafir ayakkabılarını koyduğum rafın kapağını açınca, önüme yuvarlandı; gözlüğüm, o kaç gündür gözümü alan siyah leke gibi kılıfıyla gözlüğüm…
Oraya nasıl girmiştir, kim saklamıştı, Şeytan alıp götürememiş miydi, ne olmuştu; kimin umru!
Yerden aldım, sanki şimdi oraya düşmüş gibi kendime bu aptalca aranışımı lüzumsuz gösteren bir umursamazlıkla götürüp yan yana istifli duran cüzdan-saat-anahtarlıkların yanına bıraktım.
Oysa, diyordu zihnime itiraz eden beynimdeki o çok geveze taraf, bir bulayım hele, helalinden alınmış mal işte böyle olur diyecek ve onu alıp kutsal bir metni öper gibi evvela dudaklarıma sonra başımın üstüne koyup taç edeceğim.
Gözlük şimdi emin ellerde, bende; onu yeniden kazanmışım gibi kullanmamak üzere sağlam bir yere kaldırdım.
Bütün bunlar olurken çektiğim azabı hafifletecek biçimde, ne denli profilik bir beyine sahip olduğumu düşünüyor, hayatımda bir fırtına daha atlattım diye seviniyordum.



* Başlığın M.Proust’un devâsa eseri Kayıp Zamanın Peşinde’ye bir gönderme olduğunu biliyor, bilerek yapıyorum.
* * Yazıya bu girişin de, Albert Camus’nün Yabancı başlıklı o muhteşem, eline su dökülmez eserinin ilk satırlarına benzediğini biliyorum; buna intihal [Plagiarism] denmez, itiraf edilerek yapılan çalıntı hiç olur mu, azizim!

Monday, 13 August 2018

BU DA ARNAVUTÇASI...

Arnavutluk gezisi ve Tiran'daki Enver Hoca dehlizleri üzerine olan yazıyı, Tiran'da yaşayan sevgili Marina XHURAJ kendi çabasıyla Arnavutluk diline çevirmiş; bana gönderdi.
Bu emeğini saygıyla karşılıyor, artık aramızda Arnavutça okuyan varsa, belki olursa, hani bir gün olur ya diyerek sayfaya aktarıyorum; Teşekkürler Marina...

Not: Marina, fotoğraftaki üç güzel hanımdan ortada olanıdır. En baştaki kız kardeşi Brixilda, sol yanındaki kuzeni Hilal Cura... Diğerleri, biz, baba oğul Cura'lar ve ben...

Mos thoni gjithmonë, nëse njihni dikë, dilni së bashku ose uluni dhe hani ! Nëse kjo është jashtë rruge, çfarë, si dhe pse e keni projektuar, fati do të përgatisë surpriza për ju. Proverba latine, nuk i drejtohet askujt! Nëse thoni ¨, ju mund të sundoni se jeni i pavarur fati është në heshtje udhëtimi shoqërues ... A nuk thonë fjalët e humbjes deri në Romë për një pak a shumë dyshim në fat, fat dhe pasuri në këtë rast? Ekziston edhe fjala sora sora, e cila ndodhet në Bagdad, që për momentin nuk kemi një marrëdhënie të ngushtë të largët. Le të qëndrojë Bagdadi atje ... Ne, ne kurë familjen nga Bursa dhe unë jam në, ku unë plotësisht me të caktuar jo-identitetin jam, ne përpjekje për të gjetur kërkuar Bagdadin e saj 2018 në kryeqytetin ne mes të majit të Shqipërisë ne e goditi në rrugën e Tiranës Sextant mbajë. Ne fluturojmë bashkë me babanë e Cura Aykut Bey, vajzës Hilal dhe djalit të saj Emre në një aeroplan që fluturon nga Stambolli në Tiranë. Jam i kënaqur të jem me shokët e mi, e di që nuk do të gaboj në këtë lumturi, po shijojmë lartësinë dhe ngritjen; Ne jemi atje pas pak ore. Miku im Aykut Çurak thotë ¨ Mbreti po vjen, Kufizuar në poezi: Shoku im më i mirë Ibrahim Cura për momentin në një tebdil romak aventurat e kuqe të gjakut feja nuk e përcakton besimin herë pas here abuzive dhe të frikshme Eshtë i infektuar me çmenduri. Fshij turmën e Abrahamit, zëvendësoj Aykutin, kjo është unë dhe Aykut Cura. Me Aykut Cura ne kemi qenë një udhëtar i shpeshtë në botën e letërsisë që prej një kohe të gjatë; ndonjëherë në filozofi, nga e cila shtrihet tarifa politike. Këtë herë gjatë udhëtimit në Shqipëri, Aykut Bey u desh të përdorte shpesh kujtimet. Sepse Elbasan, aksident Shqipëri në rrënjë të historisë së familjes Curë-së, kështu që ne nuk mund të jetë dashuruar Aykut Beut, përcjell gjatë këtyre paraardhësve qytetin për herë të parë në vitin 1970: ¨ Ne jemi gati për të kaluar zakonet trajtimi është duke u bërë gati ,dhe pastaj i dha djemtë tanë një vit. Ky njeri do të na ndjekë hap pas hapi me kalimin e kohës ndërsa qëndrojmë në Shqipëri; policia sekrete. Ne morëm makinën tonë, ne jemi të gjithë serioz. Ku ai do të qëndrojë, ku ne do të flasim për njeriun i cili ha ushqim deri sa ajo është e përzier, duke marrë shënime. Ne shkojmë në hotel, shtrire me ne. Kemi gjetur të afërmit tanë, duke marrë shënime një nga një. Ne nuk lëmë aq kohë sa ikëm nga Shqipëria ... ¨ Lufta e Ftohtë vjet të viteve 1970, Shqipëria është një vend malor me një popullsi prej 3 milion, vetë-vetëdijshëm në fillim rënie kur ka pasur një diktator; Enver HOXha ... Cura është dy gjenerata para familjes emigruar dhe vendosur në Bursa, Turqi. Aykut Bey, ndërsa ende një student i ligjit, vjen me një automobil Mercedes së bashku me prindërit e tij; një MERCEDES, Perëndia im, simboli më i rëndësishëm i kapitalizmit gjerman, Mer-se-des .. Çfarë rreziku për Shqipërinë socialiste ... Ata ndalojnë automjetin . Çfarë rreziku për Shqipërinë socialiste ... Ata ndalojnë automjetin në kufi, familjeve të tyre dhe gjithashtu për mjete të tjera për të përcjellë marrë asnjë dhurata për të afërmit për të marrë ato në, pse e fute në Elbasan, askush këtu edhe pse, ju doni të na poshtërojë? Ata po konfiskohen nga protestat e tyre. Ata janë të lehtë për të kuptoj se nëse tregimet e ekzagjeruar: Në Tiranë, një korridor sot, enden ynë në kryeqytetin e këtij vendi fshatare që u hap krahët e saj për të kapitalizmit perëndimor që do të dëshmojë si e pamë njerëzit papërlyer miqësore, është letra e lakmusit e saktësisë së të gjithë transferuar atyre në historinë e së fundi një qytet nëntokësore. Aykut Cura pavarësisht zhgënjimin e rinisë së tij kurrë nuk e prerë vitet e tij në Shqipëri, në çdo rast, ose vizita shkon larg, ose të afërmit e ngushtë që do të vijnë dhe do të takohet atje, dhe madje edhe të hap derën për fshatarët. Disa prej tyre ka studiuar në Turqi, është duke i hedhur; dhe ka zjatur doren . Për disa vite, unë do të marr dhe do vendos dorën time në atje, ai përsëriti fjalët e fundit të qëllimeve të mira është arritur në maj 2018; Siç kam thënë që nga fillimi, rruga është jashtë. Tiranë, në orët e pasditës të mëngjesit ne kemi vendosur nje ndalese me aeroplan atje, ne ndarë drekë me familjen e kushëririt të tij XHURAJ -Curaj. Ka dy vajza të bukura, të bukura dhe një të djale te ri të bukur në familje: Marina, Brixhilda dhe Jerenis ... Pavarësisht cfare konsiderohet si një kundërvajtje dhe menaxhuar shërbime që duam , ne ishim në një tavolinë të mbushur me ushqime të shijshme dhe e mrekullueshme; Cfare nuk u tha duke ngrënë ... Por lakmimi yne nuk është një histori e kohëve të fundit e mbushur me paranoje të Shqipërisë për të cilën jemi të interesuar. Në të vërtetë, Tirana nje qytet me histori , atëherë qyteti bregdetar në Adriatik ne do të shkojmë madhështore Durrës, shfaqet tregoi Shkodrën në popullsinë e veriut ,myslimane Berat dhe sigurisht qytetit të Elbasanit të mbajtur në shkrimet kaq i zakonshëm dhe i mërzitshëm turizmit . Unë do t'ju çoj në një qytet të nëndheshëm vdekjeprurës, tunel; per universin ... Cura ndoshta këtu mbetet të shihet në listën e fundit të vendeve që ata bënë, duke përfshirë edhe rreshtin e parafundit, unë nuk mund të jetë i sigurt. Unë u ndal duke këmbëngulur. Pas një pasdite në Tiranë, të qarkullojë ato lidhur deri në një vend datë tunele, kam provuar edhe një herë se tërheq fatin e shokut të rrugës. Insistimi im ra në humbjen, por në fakt ajo që ata kanë është e mirë, ne kemi qenë gjithmonë të hyrë në tunelet përgjatë absurditetin e historisë. Gjithashtu është e nevojshme të kujtoni një histori të vogël kur hyni në tunel:. Shqipëria nacionaliste e shpëtuar në vitin 1944 nga pushtimi gjerman nazist dhe guerilët komuniste-majtiste u bë kreu i forcave, Enver Hoxha përcaktuara me ardhjen në pushtet dhe në emër të një tjetër diktaturës alternative drejtuar nga regjimi për të marrë frymë askënd mbi 40 vjet Popullore Socialiste është Republika. Enver Hoxha vdiq në vitin 1985, duke lënë pas një vend të mbushur me bunkerë betoni: bunkerë ushtarake dhe llogore shumë të betonit rreth 200 mijë ... Sot, si një rrënoja konkrete që nuk funksionon fare, të gjithë janë të lidhur në gjurmët e vendit; një problem kolektiv, një problem tjetër që ju lë atje ... Kur Enver Hoxha jo vetëm që vdiq bjerë përsëri në strehim, sipas raporteve të OKB-së, hetimi është vendi i tretë më i varfër në botë, dhe kombëtar bruto produkt-GNP vetmi person me 15 dollarë. Policia sekrete ka vendosur Sigurimin, shtojmë bandat që shkatërruan mijëra njerëz gjoja në kundërshtim të hapur gojën e tij, shijen e tipit kripë duket të jenë të pakta; Le të shkojnë. Bregdeti malor në botë dhe natyrisht ju mund të mbështeteni në bukurinë e qiellit është një vend i mrekullueshëm është aq i aftë për të përkthyer një burg të mbyllur Enver Hoxha; pronarët mbushen me marshallë dhe mina elektrike dhe sa më shpejt që strehimet për të cilat flasim .
Armatimit dhe ushtarake zhvillimi i botës duhet të ketë qenë në dijeni që, vendi do të rivendosë prosperitetin në të ardhurat e pakta të fituara nga bujqësisë dhe blegtorisë kalon të gjitha . Ky vend malor i Ballkanit po vuan keq . Në mitologji, ka pasur dy lumenj nëntokësore të vendit Hades, dikush ankohem dhe lumi [Kokytos], të tjerët të kenë frikë nga lumi [Sytks]; Shqipëria ka mbetur këtu në mes të këtyre dy lumenjve; sot po përpiqet të fryj lundrojnë në det të hapur. Ka më shumë, me personalitet paranojak gjenden në të gjitha diktatorit Enver Hoxha babait të vetë presidentit, qeverisë, një skuadër elite e burokratëve ushtarake-civile të vërtetë pushtimit armik në një botë të mbyllur ku korridoret nëntokësore. Ai arrin të shpëtojë më të madhe frikë e fshehur duhet të jetë pothuajse të gjitha sistemet administrative, çfarë ndodh kur nuk janë aq të gatshëm për të shpëtuar dyert nëntokësore. Në Londër, në kohën e Luftës së Dytë Botërore, Churchilli se Qeveria e mbretit Charles i fshehur deri në përfundimit të luftës në dhomë të nëndheshme, ne e dimë se vendi menaxhon këtu; ndonjë gjë e kanë parë, ne e perceptojnë veprim. Por Churchill nuk vazhdojnë të jetojnë si mbret atje, lufta ka mbaruar, e famshme rezidenca e kryeministrit në tokë u regjistruan. Enver Hoxha, kishte dy qeveria e qytetit nëntokësore themeluar në Tiranë; qyteti do të thotë më të përshtatshëm për ta ... E para është në një lagje kodrinore që mund të llogaritet si një periferi të Tiranës, përmes një derë të lagur dhe një tuneli gjysmë të hapur. Nëntokësore dytë Ndërtesa e Qeverisë Enver Hoxhës, mënyra më e centralizuar në mes të Tiranës mund të konsiderohet i plotë, deri në 70 metra nën tokë, një tunel misterioz përbëhet prej betoni dhe të veshura Çelikë Sot të dy janë muze, vizitorët janë kurioz për historinë politike, ata që kanë jetuar ato vite. Brezat e rinj nuk tërheqin shumë vëmendje; gjithmonë me arsye të njohura ... Të afërmit shqiptarë të Curait pyetën Marina dhe Brixhilda a, vajzat e XHURAJ-së; Ata shkojnë dhe e vizitojne . Kur ka vende më të këndshme, cila është puna e këtyre shpirtrave të rinj atje! Kur hymë në këto korridore të mëdha nëntokësore, së bashku me familjen e Curës, nuk mund të gjejmë një simbol të ri. Këto quhen bunkerë të Enver Hoxhes . Të afërmit e ngushtë të bankës, Bunkeri anglez, në kuptimin e mbrojtjes së strehës ... Pra, banka po mbron paratë tuaja; thash unë ... Banka është vendi ku ju merrni cadrën në shi dhe thatë atë me ajrin e thatë dhe e intereson atë; por nëse kjo është temë e një historie tjetër, le të shkojmë. Nëse i kushtoni vëmendje çdo detaji, gjëja më e vogël që ju ka goditur, ju mund të detyroheni të bëni një turizëm labirint që do të zgjasë me ditë.Ne e dimë se këto numra dhe historia do ta bëjë atë përsëri! Të gjitha një qeveri, një pjesë e rëndësishme e forcave të armatosura, të policisë, madje edhe të gjitha çka emërtohet instrumente duhet të ruhen, Thesari tha se ka monedha ari: Po sikur të mos jetë formë demokratike e parlamentit të gjithë njerëzve ka zgjedhur për të marrë një hapësirë ​​të madhe brenda, duke hyrë në holl përhapur nëntokësore si minierë qymyri Kjo gjë antike e Shqipërisë, për fat të mirë, nuk mund të zgjasë shumë. Por ai u shfaq që prapa tij duke u përpjekur të shërohet, si një vend që ka humbur kohë tretur rënë përsëri mbi timonin e automjetit në trung, ka lënë një gjuhë të pastër dhe njerëzit pastër-zemre. Shqiptarët shpesh e përsërisin veten në një fjalim në mënyrë që kreu i tyre të mos funksionojë; Në të vërtetë, dyqanet byrek janë hap pas hapi, nuk është e mundur të qëndrosh i uritur. Njerëzit janë vërtet të pastër, të pastër, të pastër ... Ne jemi lodhur në një hotel në Elbasan; ai kujton se zoti Cura kishte ardhur këtu më herët, kështu që ne thamë se do të ishim të kënaqur. Ne pajtohemi me të riun në foto me disa fjalë të thjeshta, nuk mendoj se është anglisht, Ne kemi rënë dakord. Ne ishim vënë në një dhomë, stolitë ekzagjeruar një dhomë, ju e dini, ajo ka dekor që gërvisht e shandanit ose llambadar qiri, kështu që këtu është.
Por për Perëndinë, ajo është e papërlyer, me dy shtretër të dyfishtë, dhe çdo shtrat është një burrë me dy burra dhe një grua; krah për krah ... Mundohem t'i tregoj hotelit, derdhja gjuhën veç e veç për dhomat; Ai po më shikon. Unë mendoj se ai do të përpiqet të na bëjë të gjithë në të njëjtën shtrat. Yahu, ne nuk jemi të martuar, i thashë atij se ai ishte një shaka ndër ta më vonë, ai buzëqeshi me ditë ... Gjëja më e re që do të thosha është se shqiptarët janë paksa të vështirë për t'u kuptuar, siç janë nga ushqimi i Byrekut , si dhe gjërat e vështira të viteve të kaluara që janë shumë të mëdha dhe shkatërrojnë mendjen njerëzore dhe po tregojnë shumë probleme.

Shqyrtime Kam kaluar disa ditë në këtë dyqan dhe ndaluam në çdo dyqan dhe hëngra byrek-un. Po të shikon edhe mua, mendja ime, e cila nuk funksiononte shumë mirë, ishte pak e zymtë, pasi prisja disa muaj për të shkruar diçka të tillë, tani gati tre muaj më vonë kam shkruar Gusht; Nuk e di, e bëra mire