Tuesday, 20 January 2015

Ekonomi Performansına bir de "tek başına iktidar" penceresinden bakalım!

Yazdan beri sosyal medyanın başından kalkmış, elleri kolları sıvayıp Edmonton kentinde yer alan Türk Derneğini düzene sokma çabalarına girişmiştim. Çok gezen Fatoş'un gezmeleri bu aralar yerele inip ev ve dernek binasındaki toplantılar arasında dokunan mekiklere indirgenmiş olsa da, "gezmekten" yazmaya vakit kalmadı bu aralar. Fakat 2014 yılı büyüme rakamları netleştikçe, benim gibi rakam ve grafik adamını (kadınını) çekiyor yine haberler. Gezi sürecinde başlayan, Cumhurbaşkanlığı sürecinde devam eden seçim barajının indirilmesi taleplerine iktidar kulak tıkayıp, halkı "koalisyon dönemlerinde ülkenin vahim ekonomik durumu" konusunda yalanlarla oyalasa da rakamlar ve grafikler bize çok farklı bir hikaye anlatıyor. Bu defaki Fatoşla Basri analizimizin kaynağı IMF veritabanları. 1980 yılından itibaren mevcut olduğu için o tarihten başlayarak sabit fiyatlarla gerçekleşen ekonomik (GSMH) büyüme oranlarını aldım. Hani 2014 yılını % 3 seviyesinde tamamlayacağımız kesinleşen büyüme rakamlarımız var ya... bunları kullanıyorum bu defa. Gerçi AKP propaganda makinalarının işlerine geldiğinde milli geliri 230 milyardan 822 milyara çıkardık dedikleri rakamlar (yani dolar bazında cari fiyatlarla hesaplandığında) ekonomimiz bu sene dolar bazında küçülmüş, kişi başına düşen gelirimiz de düşmüş olacak bu sene ama analizimiz bu defa sabit fiyatlarla hesaplanan GSMH üzerine. "Son 12 yıldaki değişimi görmüyor musunuz? Görüp de AKP'nin başarısını nasıl inkar edersiniz?" diye soranlara anlatırken dilimde tüy bitiyor ama "sorunun benim Türkiye'deki değişimi görmemem değil, onların Türkiye'nın dışında olanlardan haberlerinin olmamasından" kaynaklandığını anlatmak için bir çalışma daha. 198o'den 2002 yılı sonuna kadar geçen 23 yılda sadece 5 yıl bizim ekonomimiz dünya ortalamasının ve de gelişmekte olan ülkeler ortalamasının altında kalmış. Aşağıdaki grafik bunu gösteriyor. Yani bu 23 yılda tam 18 defa hem dünya ortalamasının hem de gelişmekte olan ülkeler ortalamasının üzerinde büyümüşüz. Koalisyonlar ve hatta ara sıra azınlık hükümetleri ile yönetildiğimiz 11 yıllık dönemde ise 3 defa dünya ve gelişmekte olan ülkeler ortalamalarının altında kalmışız. Yani 11 koalisyon yılının 8 yılında dünya ortalamasının ve gelişmekte olan ülkeler ortalamasının üzerinde büyümüşüz. Peki, 12 yıllık AKP iktidarında ne olmuş? 12 yılın 5 yılında dünyadaki ortalama büyüme oranlarının altında kalmışız, ve daha kötüsü bu 12 yılın tam 8 yılında yeni yükselen ve gelişmekte olan ülkelerin ulaştığı büyüme oranlarının altında kalmışız. Bir başka deyişle AKP'nin ekonomi mucizesi diye kendimizi kandırdığımız bu 12 yılda sadece 4 yıl, bizimle aynı kategoride yer alan ülkelerden göreceli olarak daha hızlı büyüyebilmişiz. AKP öncesi 23 yıllık dönemde iktidarlar bunu 18 defa başarmış, 11 yıllık koalisyon döneminde 8 defa rakiplerimize oranlar göreceli olarak daha hızlı büyümüşüz... Tek başına iktidar döneminde ise sadece 4 defa. Üstelik de bunu ne pahasına sağlamışız, toplumun birbirine düşman olduğu, aynı ailenin içinde insanların birbirlerini Facebook sayfalarından sildiği, sokaklarda gençlerin dövülerek öldürüldüğü, kendisi gibi düşünmeyen herkesin düşman ilan edildiği bir ülkeye dönmüşüz arada. Bu yıl dolar bazında büyüme (yani bu yıl için küçülme) rakamlarından bahsetmeyecek iktidarın propaganda makinası. Çünkü bu yıl cari rakamlardan konuşmak işlerine gelmeyecek. İşlerine geldiğinde ve dolar kurunun avantajı ile dünyanın 16. büyük ekonomisi olduk diye ilan ettikleri şeyi, bu yıl 18. belki de 19. sıraya düştüğümüzde yayınlamayacaklar. Bu aralar sabit fiyatlarla büyüme rakamlarından bahsediliyor... ve tabii Avrupa bu yıllarda kriz döneminde olduğu için sadece Avrupa ile karşılaştıracaklar kendilerini... Ama dünyada neler oluyor gerçekten, hele hele bizimle aynı statüde sayılan, globalleşme sürecinde bizimle benzer ekonomik avantajlardan ve fırsatlardan yararlanan diğer ülkelerde neler olduğundan hiç bahsetmeyecekler. Çünkü o gerçeklere bakıldığında 12 yılda sadece ve sadece 4 yıl elde edilen bir başarı var. Bizden daha hızlı büyüyen bu rakiplerimizin ülkelerine gittiniz mi sahi son 12 yıldır? Onlarda duble yollar ne durumda? Onlarda da yoldan geçen çocuğun elinde cep telefonu, milletin altında araba var mı sizce? Acaba bizden daha iyi performans gösterdikleri her yıl bizden fazla eğitime ve teknolojiye yatırım yapıyorlar mıdır? Onlar da 12 senedir halk "aman bunlar tek başına iktidar olmazsa" batarız diye korkmadığına, ve ekonomileri her halükarda bu başarıyı gösterdiğine göre, onlarda "çalıyorlar ama çalışıyorlar" bahanesiyle milyar dolarları cebe indiren politikacılar AKlanmışmıdır, sultanlarına biat eden politikacılar tarafından? Uzun lafın kısası bu memleket AKP öncesi de batmıyordu... O günlerin ekonomik koşulları bizimle aynı durumda olan ülkelerde neyse bizde de aynıydı... ve hatta onların ortalamasının üzerinde iyileşiyordu durumumuz. Göreceli olarak bu fotoğrafa bakıp hala ekonomi tıkırında, kriz bizi teğet geçti diyecek var mı acaba? Bir sonraki yazıda TUIK istatistiklerine göre tarım alanlarımızı nasıl kaybettiğimizin resmi var? Sahi tarım arazilerimizin1995-2002 yılları arasında yıllık yüzde 0.37 oranında küçüldüğünü, AKP'nin iktidarda olduğu dönemde ise yıllık kayıp oranının 7 kat arttıp, ortalama yıllık %2.5 düzeyinde olduğunu biliyor muydunuz?

Tuesday, 13 January 2015



San Francisco'da Ubıh Çerkesiyle birkaç saat...


Seyahatlerin en güzel yanı süprizlerle dolu olmasıdır. 
Fakat turizm şirketlerinden satın alınmış, askerî kışla gezisine çıkılır gibisinden, planlı programlı gezilerden söz etmiyoruz. 
Sırt çantanı omuzladığın gibi, tasasız ve tasarısız gidilecek olan sokaklara ait seyahattir, bahsettiğimiz. 
Böylesi geziler, jaz müziği dinlemeye benzer, nerede trompet altodan girecek, ne zaman piyano şakırdatacak, konrtabas hangi notada es yapacak bilinmez ya, işte öyle...
San Francisco'da vakit, bana dört gece beş gün yazılmıştı; İstanbul-Frankfurt üzerinden gelmiştim. Kanada'nın Edmonton şehrine havalanacak uçağa kadar sadece bu kadardı. Buraya gelişimin de bir evveli vardır, Brüksel, Leuven, Amsterdam, Lizbon'la doludur; ah, hele Lizbon...
Türkiye'deyse Bodrum'dan Rize'ye kadar birkaç yere gidilmişti; yol yorgunuydum aslına bakarsanız.
San Francisco'da şu kadarcık sayılı gün kalmayı, Edmonton'a varmazdan evvel azıcık istirahat, mola payı olsun diye düşünmüştüm.
Kasım ayı sonları, 2014 Aralık ayı başlarıdır.
San Francisco'daki ilk defa bulunuşuma ait eskiden hatırladığımca yerleri ve ayrıca yeni şeyleri şimdi, bu ikinci gidişimde görmek üzere sokak arşınlıyorum.
Bir kahve molasında tablet-bilgisayar ekranında facebook üzerinden bir mesaj gelip beni buluyor; iyi ki de buluyor. 
Yalnız ve kendi başına dolaşmanın tam da sıkmaya başladığı bir ândı demek, birden sevindim: H.Okan İşçan beni arıyordu, o her zamanki çekinik, birazcık ürkek ve nezaket dolu cümleleriyle... 
Facebook'ta nereye gittiğimi duyurmuş bulunuyordum; demek izlemiş, görmüş:
¨SF'de misiniz? Union Square'de Chancellor Otelde konaklıyorum. Capon Center'da bir çay içeriz. Mümkün olursa, müsaitseniz çok sevinirim.¨
Mesaj kutusundan cevabım, saniyesini sektirmeden gidiyor:
¨What a wonderful coincidence! Bana adres tarifi veriniz lütfen, müsaitim, buluşalım. Bana rakı sözün vardı, yerine bir bira isterim. Öğlen saatlerinde müsait olurum.¨
Karşılıklı mesaj teatileriyle buluşulacak yeri kestiriyoruz, zaten Okan'ın kaldığı otele pek uzak değildir.
Birkaç saat sonra kaldırım üzerinde buluştuk; tarihî San Francisco tramvaylarının kalkış durağı civarında...
Okan dostum, genç arkadaşım, İstanbul'dan yanına bir iki doktor katıp onları şirketi adına, burada o günlerde yapılmakta olan bilmem ne tıp kongresine getirmiş; mihmandardır.
Doktorları konferanslardan birisine bırakıp beni bulmaya koşturuyor, geldiğinde neredeyse alı al, moru mor ve heyecan içindeydi. Zira bu ilk görüşmemizdir, ne zamandır internet üzerinden türlü maskaralıklar yapıp yazışıyoruz ya, şimdi tanışıklığımız gıyabından vicahiye dönecektir.
Okan, Çerkes terbiyesi denilen, o artık günümüze pek ait olmayan nezaketle beni bir yere davet ediyor; karnımız açtır, bir Japon lokantasına gidiyoruz...
Benim Capon Çayevi romanıma teşbihte bulunuyor, anlamaz mıyım?





Japon lokantası ve hele suşi denilince, biraz tırsarım.
Şu uzakdoğu işi çubuklarla yemek, ip cambazlığına benziyor benim için de ondan...
Üstüme başıma dökerim, masayı kirletirim, çubukla yakalanan lokma bana haram olur, boğazımdan geçene kadar bin parçaya bölünür, ufalanır... Velhasılı rezalet bir şeydir!
Okan'a belli etmiyorum, elbette...
Ama yiğitliğe verip San Francisco'nun en meşhur suşi yapımcısı olduğunu söylediği o Japon lokantasına giriyoruz. Soframız dolup taşıyor, yan masada şıkır şıkır giyinmiş, fıkır fıkır konuşan orta yaşlarında üç güzel hatunun seyriyle masamızda azıcık neş'eleniyorum; yoksa bu çubuklarla işim iştir. Benim tahta çubuklarla acemiliğime, karşı masadan arada bir kikirdemeli gülümseyişler geliyor; ¨karizmayı çizdirdik!¨ denilen şey işte budur. Ah Okan ah!



Söylemeye gerek yok, Okan, başı önünde gayet mahcup ve benim arada bir göz attığım masaya asla bakmayarak yemeğini taâm eyliyor. Mesela tuvalete gidip gelirken, masada oturmadan beni ayakta bekliyor; ben mahcup kalıyorum. Bir Çerkesle yaşamak nedir, siz bilmezsiniz!
Çubuk kullanmaktaki mahareti de şaşkınlık vericidir; ¨Tokyo'da dükkân mı işlettin birader,¨ diyeceğim geldi, sustum.
İki saate yakın bir süreyi orada, çubukla savaşarak zar zor atlattım.
Okan'ın merak kesesinde kalmış nice edebî, sanata dair, gazetecilik üzerine şey varsa hepsini ortaya dökmesiyle, yıllardır birbirine hasret kalmış iki dost gibi, tek tek konuştuk.





Capon suşicisinden çubukları yüzüme gözüme bulaştırarak çıkınca bu ânı görüntülememek olamazdı. Lokantanın camekânında bir iki poz da verdim, Okan'ın kamerasına...
Okan'ın kamerası, fotoğraf makinası dur durak bilmiyordu. Daha birkaç yerde selfie-özçekim yaptık ve ardı sıra, Okan portre çalışmalarına girişti. Benim birkaç uzak, yakın fotoğrafımı çekecekti.







Biz, iki Çerkes, masa sohbetine doyamamış olmalıyız ki bir başka yerde kendimize bira açtırdık, ıvır zıvır söyledik; fotoğraf makinasında habire deklanşöre basılıyordu. Her fotoğraf karesinden evvel, Okan ricasını hep yinelemekteydi: ¨Bir fotoğraf daha müsaade eder misiniz?¨

San Francisco'da olduğumuzu kanıtlasın diye, son çekilen fotoğrafa şehrin maskotu tramvayların yanında çıkınılmıştır:
¨Asılma garaja gider!¨ diye ülkemizde bedavacı yolculara vatmanların kızdığı o tramvayların buradaki benzerlerine asılması eski bir modadır, âdettendir; hâlen bileğine güvenen asılı gider.






Limandan şehir merkezindeki bizim buluştuğumuz yere kadar, tramvay hattı, altı üstü 3 km.yoldur, fakat asılan asılanadır; biz asılmadık, fotoğrafını ak kâğıt üstüne bastık.
Oubykh Mektupları başlığıyla sosyal medya üzerinden bin 200 civarında abonesine hemen hemen, her gün mektup göndermeyi, ¨Devrik cümleler¨ kurarak gayet güzel sürdüren, mektupçubaşı Okan'a benim de Fatoş'la Basri sayfasından böyle kısa bir mektubum olsa ne çıkar, fena mı olur?

Cevabî mektubumu buradan gönderiyorum, muhterem muhatabıma!
Ondan da mektubunu bekliyorum; kestane kebap acele cevap diye...
Devrik cümleler, deyişim ise aramızda kalsın: 
Ben ondan iyi bir edebiyat eseri bekliyorum da, yazacaksa devrik cümle kullanmasın diye tavsiyedir...

Devrik cümle, yazarını eninde sonunda tepe taklak eder; az kullanılırsa faydalı, çok kullanılırsa vücuda ve ruha zararlıdır.