Bu Göl İznik Gölüdür...
Okul
bitmiş, mezun olanlar çil yavrusu gibi dağılmıştık; bir daha,
topla toplayabilirsen...
Hepi
topu, şuncacığımız, yüz kişi bile sayılamazdık.
Edebiyat
Şubesi yoklamasından bilirim, kırk kişi ya var ya yoktuk.
Fencilerin
fennî
sayımı
da bir o kadar olsa gerek; al birini vur ötekine...
Desenize,
seksen öğrenciydik.
Liseyi
bitireli, 41 küsur, şu kadar yıl olmuş.
Kırk
bir yıla neler sığmaz, neler!
Orhangazi
Lisesi ilk mezunlarının, diplomalarını alıp hurraa
diye dağıldıkları hayat seksen tane farklı caddeye çıktı,
herkes kendini bir caddede buldu, kendine bir cadde buldu...
O
caddelerde bir sürü kavşaklar oldu, yaya geçitlerine park edip
kalanı, lastiği patlayanı, U dönüşü mecburiyetine uğrayanı,
çıkmaz sokağa saplanıp kalanı, meydanlara açılan geniş
caddelerde gezineni de görüldü; hayat bu, hep böyle olur...
Liseden
kayıplarımız da vardı; hiç olmaz mı!
Unutulmaz
bir isim geliyor hemen aklıma: Yüzü hep gülen, hatta daha
sonraları çizgi-film kahramanı, Alp Dağlarının yalın ayak
dolaşan çoban kızı Heidi'ye benzetip durduğum Sevil
Sarıoğlu'nu, 17 Ağustos depreminde kaybettik.
Başka
isimler de var, yoklama listesinden eksilen...
Biz,
öyle, yoklamasını başka yerlerde yaptırıp hayatlarımızı
eskitirken, caddelerinde gezindiğimiz hayatın tuhaf bir kavşak
noktası varmış da meğer biz orada buluşacakmışız.
*******
Bir
süre evvel, mezunlardan Mehmet Tuna'nın girişimiyle bir
facebook sayfası kurulmuştu; kısa zamanda 87 üyeye ulaştı.
Bakın,
demek yanılmamışım, işte o kadardık...
Mehmet
Tuna uslu durmadı, tuttu bizleri çağırdı, İznik Gölü'nün
meşhur kıyı restaurantı, göl meyhanesi Rahmi
Baba'da
toplamaya azmetti; söz dinleriz, toplandık.
Rahmi
Baba evlâdiyelik bir isim; babadan oğula, hem de yine okul
arkadaşımız Ferhat'ın eline geçmiştir...
Gördüğünüz
gibi insanın meyhaneci arkadaşı da olmalı; evelallah bizim var...
Türk
musikisinden bir güfte imdada yetişir:
¨Ey
hayat döndün nihayet sen de bir virâneye
Ben
nasıl ah eyleyip düşmem reh-i meyhaneye...¨
Şimdi meyhanede değilsek de
birazcık öyle sayılır...
Geçen
cumartesilerden birisindeyiz, oradan buradan sökün edilmiştir,
herkes bir yerlerden toplanıp gelmiştir. İznik Gölü
kenarındayız.
Şerbet
gibi bir hava, say ki limonata...
Göl
ise sakin, tıpkı Nâzım'ın
dediği gibidir:
¨Bu
göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.¨
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.¨
Bize
gelince, otuz iki kişiyiz ki, orada toplanmışız...
Üç
hocamız da bize ¨mülâki¨
olmuş, katılmışlardır, bizi yalnız bırakmayacaklardır:
Fizik
hocamız ta İzmir'den kalkıp geliyor; Hasan Şahin
hocamız...
Az
üzmedim ben hocamı, ama asıl kabahatli Selçuk
Cansızoğlu'dur;
ben masumum...
Ders
notlarım 40
dereceyi bulmazsa rahat etmez görünen hararetini almış derece
gibi hep
yüksektir ama gelgelelim haylazlığa doymamışız.
Hasan
Beyin karşısında hatırlıyorum da bilmezden geliyorum; Edebiyatçı
Baysal hoca öğretmişti, buna Divan Şiirinde Tecahül-ü
Ârif
derler...
Hasan
hocamla sarılışıyoruz...
Hay,
sen çok yaşa Hasan hocam...
Sonra
Edebiyat dersi hocamız Mehmet Baysal ve sevgili eşi, bir
genç kız gibi yerinde dur[a]madan, gece boyunca o masa senin
bu sandalye benim hep dolaşıp gönül alan ve eşini kolundan
tuttuğu gibi dansa kaldıran Nihâl Nilgün Hanım; Almanca
hocamız...
Onlar
da İstanbul'dan gelmekteler; ben de öyle...
*******
Böyle
gecikmeli buluşmaların hafıza tazelemeye ait seansları epeyi
uzayacaktır; arada hatırlanamayan isimler, tarihleri yerli yerini
bulamayan hadiseler, karışan mekânlar, zamanlar...
Zaten
bir bakıma sınıf buluşmaları, hafızada karışmış
fotoğrafların albümde yerli yerine oturtulmasından başkası
değildir.
Ben,
mesela, Ülker
[Dudu] Doğanay'ın
adını çıkaramayıp karşısında terledim; ne hicapâver
bir durumdu...
Allahtan
Ülker
neşeli kızdır ve bunca sene sonra eski güleçliğini bırakmak şu
yana dursun, artırmış bile; eşi Mehmet'in yanında bana güldü
durdu...
Ama
rica ederim, hakkımı yemeyiniz ki, Ömür
Akbaba'yı,
Aysel
Akıncı'yı,
Sonay
Kaya'yı,
Ayşe
Yılmaz'ı,
Semra
Karan'ı, Hasibe Gemici'yi, Ayten Kılınç
ve Sema
Ersöz'ü
tek tek adlarıyla söyleyiverdim.
Gelmeyenlere,
katılmayanlara n'apmalı, ah ne etmeli?
Fatma
Yıldırımlı, mesela,
yoklama
kaçağıydı....
Beylerden bahsetmediğime siz aldırmayınız, şimdi boy sırasına soksam, Ertan'dan başlayacağız santimetre santimetre aşağı ineceğiz; Dalton kardeşler gibi hizaya gel, enseye bak vaziyetinde sıra olacağız...
Beylerden bahsetmediğime siz aldırmayınız, şimdi boy sırasına soksam, Ertan'dan başlayacağız santimetre santimetre aşağı ineceğiz; Dalton kardeşler gibi hizaya gel, enseye bak vaziyetinde sıra olacağız...
Nail
İçli
yoktu ama hocalık eden Mehmet
Erkoç
oradaydı; sonra Mehmet
Doğanay,
Ertan
Sevinç,
Nihat
Özdemir,
Sedat
Öz,
Sedat
Oruç, İstikbal Yörükul, Hüseyin Cevizlidere, Mahir Özgül,
tabii ki grubun öncüsü Mehmet
Tuna...
Ve ben yazarınız Mahmut efendi...
Hiç
kuşkusuz,
İbrahim Gülbeycan'sız
eksik kaldık; katılamadı...
Avustralya'da
bulunan Selçuk
Cansızoğlu
kendisini cep telefonu üzerinden video bağlantısıyla olsun
hatırlatacaktı...
************
Mehmet
Baysal hocam anlatıyor, benden bahsediyor:
¨Benden
hep dokuz, on alırdı. Ben vermezdim, o alırdı...¨
Baysal
hocanın Türkçe titizliği meşhurdur, gerçekten not cimrisidir
söz konusu Türkçe ve dil bilimi oldu mu...
Kırk
yıl öncesinin Çalı Kuşu talebesi oluveriyorum birden; 1067
Mahmut...
Pır
pııır edip uçasım var...
Tekrar
not almış gibiyim.
Hâlen
de öyledir, zaten sınavsız hayat olmaz.
İznik
Gölü kenarından, bir kez daha Edebiyat, Kompozisyon ve Türkçe
dersinden 10 çekerek sınavdan çıkmış gibi gönül
rahatlığıyla ayrılacağım.
Beni
Yalova sapağında gece yarısını epeyi geçmişken, neredeyse
sahur zamanıydı, karşılayacak kuzenime teslim etmek üzere Nilgün
ve Mehmet hocalarımın otomobiline biniyorum; Yalova'da, bir sonraki
seneye sözleşip vedalaşarak iniyorum.
Gece
devam ediyor...
Ve
işte bu Gece, bir marifet gösterip, büyük
kararların arefesinde insanı kaplayan tarifi zor bir heyecan
gibi içimdeki tüm yılgınlıkları sanki silivermiştir.
Taksitle
verseler dünyayı satın alacak bir ruh hâli üstümdedir; hayırdır
inşallah...
Zannederim
ki, ¨eski
dostlarımızla sohbetimiz ebediyete kadar sürecektir.¨
Yani,
Latin şairi Ovidius'un
dediği gibi, Hoc
mihi conloquium tecum manebit!
Haydi
gerçekçi olalım, ebediyet biraz fazla uzun geldiyse, hani, en
azından gelecek seneye kadar, aynı yerde aynı tarihte; Rahmi
Baba'da...