Saturday, 28 June 2014

Kara Bulutları Kaldır Aradan...


Kara Bulutları Kaldır Aradan, Vay Aman...


Siz nereden bileceksiniz ki Fatoş-Sinem, azıcık gökyüzü bulutlanmıya görsün, yüzünü ekşitip surat asanlardandır. Hava bulutlandı mı, evde şaklabanlık sırası bana düşer...
Zaten bunu merak etmiş olacağınızı da tahmin etmem!
Fatoş için varsa yoksa, herdaim günlük güneşlik olmalıdır.
Bulutlu havayı, kasvetle aynı şey saymaktadır.
Bana gelince, durum değişiyor. Ne vakit hava bulutlansa, Sait Faik'in 1951'de Varlık Yayınevi'nden çıkarttığı, Havada Bulut adlı hikâyeleri aklıma gelir. Ah o Varlık yok mu, bir kuşak bizleri adam etmeye çalışmıştır ya, bu ayrı bir hikâyedir...
Havada Bulut hikâyelerinde dolaşan, hiç unutamadığım birisine el sallamalıyız şimdi... Burgazada'lı Rum hemşehrimiz Yorgi, bulutu alıp evine götüremediği için üzülmektedir; demek Yorgi bulut olmadan yaşıyamıyanlardandır. Hayal gücünü gökyüzünde bırakmak istemez.
Haksız değildir...
Ne o öyle, masmavi gökyüzü! Çivit badanası çekilmiş köy evi duvarı gibi parlar da durur, tepenizde...
Azıcık bulut olmalı, siz onlara bakıp, bulutlar şekilden şekile girip çıkarken hayalinizi meşgûl etmelisiniz; dalga geçmelisiniz.
O nedenle, Mahmut Şenol'a, Orhan Veli'nin şiir kahramanı gibi Dalgacı Mahmut derler ya!



Bulutsuzluk fenadır!
Bulutlanmış hava oldu mu neş'eme dokunmayınız!
Bulut azıcık da serinlik getirir, işte o vakit keyfimin haddi hududu bulunmaz.
Hele yağmur yağmaya başlasın, öncesi, sonrası, hasılı hepsi güzeldir ıslanmanın.
Yağmurdan telaş telaş kaçanlara da şaşırıyorum.
Sevgili cân-ı beraber biraderim Hasan Aksakal'ı yâd etmenin zamanı gelmiş midir, gelmiştir; hatta çoktan geçmiştir. Birgün, galiba yedi sekiz yıl evvel, İstanbul sokaklarında yayandık. Boğazkesen'deki İtalyan Yokuşuna birlikte tırmanırken yağmura yakalanmış, benim şikâyetçi olacağımı zannetmeliydi ki, ¨Ağbi, şeker miyiz eriyecek, tuz muyuz su çekecek!¨ diye insan olduğumuzu hatırlatmıştır; oysa şikâyet eden kim!
Yeter ki delik pabucum olmasın; çorap ıslaklığına tahammülüm olmaz...
Evet ya, dostlarım, insan yağmurdan kaçmamalı aksine altında dolaşmalıdır.
Böyle deyince, aklıma bu işin bedduaya yakalanmışlık hâlleri de gelmiyor, sanmayınız; rica ederim.
Li'l Abner'in, bizde, Milliyet gazetesinde uzun yıllar günlük çizgi-bant olarak yayımlanmış karikatür serisi Hoş Memo başlıklı çizgi-romanının unutulmaz kahramanını hatırlamak gerekiyor. Üzerinde daima bulut dolaşıp yağmur altında yürüyen, üstüne habire yıldırım düşen Joe Btfsplk-Felaket Ahmet karakterinin başına gelebilecek musibetlerin buluttan olduğunu sanmıyorum.

Joe Btfsplk, bir bakıma, İsa'ya ilk taşı attığı için ömrü boyunca yürümeye lanetlenmiş Yahudi, Ahasverus'tur.

Joe Btfsplk, sanki bedduaya Walpurgis Gecesi doğduğu için uğramıştır; in aeternum damnatus, diyor ebediyen lanetli olana Latin'ler...
Bana kalırsa insanoğlunun en talihsiz adamıdır Felaket Ahmet!
All Capp adlı esas oğlana, çizgi romanın kahramanına Hoş Memo denilirken, ona da bu isim konulmuştur. Hatta, galiba, Felaket Ahmet adında bir filmi de 1970 çekivermişti, Yeşilçam sineması; Yılmaz Köksal Hoş Memo'yu canlandırıyor, ama unutmuş bulunmaktayım ki, Felaket Ahmet'i kim oynuyordu, bakın hatırlamıyorum.
Benim bunca bulut, grilik, esinti, yağmur serpintisi, azıcık serinlik, ziyadesiyle mavi göğe küskün hava merakında olmamın sanırım nedeni, biraz insanların içgüdüsel-insiyâki olarak sakınımlı, çekinik durmak üzere ortalığa sere serpe çıkmayışlarına dayanıyor.
Ortada kalabalık görmeyince rahata geçen birisi için bulutlu hava bulunmazdır. Herkes sus pus olmuştur, sokaklarda omuz atılarak itilip kakılmadan yürüyebilirsiniz, gürültü mağarasına çekilmiş Kaf Dağı canavarı gibi sessizleşince ortalığı bir huzur sesi kaplar. Daha ne olsun?
Masmaviyi delip geçen sarı sıcak bir güneşin altında öyle midir? Ben, sığınacak yer ararım!
Ama bütün bütün inanmayın söylediklerime, elbette maviyi severim.
Maviyi sevmesem Bodrum'u, Herodotus'u, Halikarnas Balıkçısı'nı, en büyük roman kahramanım Odysseus'u sever miydim sanıyorsunuz?
Dalgacı Mahmut'un bir de filmi var!
Ajda'yla beraber...
Severim severim, Fatoş kadar olmasa da, ben Dalgacı Mahmut-Basri maviyi severim; ama illa bulut olsun, bir köşeciğinde...
Yorgi dünya ahret kardeşim olsun, beraber dalga geçeriz, siz bakmayın bize...
Sait Faik'in o başlık altındaki hikâyelerine sizi davet etmeden de şuradan şuraya gitmem, bilesiniz!
Ha, sahi Havada Bulut'un TRT'de mini dizisi de yayımlanmıştı; yotube'da falan belki bulunur.
Bir de Sadettin Kaynak bestesi olan Kara Bulutları Kaldır Aradan şarkısı vardır ki Türk Sanat Müziğinde, karcığar makamının curcunası olup çalındı mı tadına doyum olmaz...
Funda Arar söyledi mi bir başka oluyor; bir de bu sayfaların müdavimi Sema Geyve hanımefendi!


Wednesday, 9 April 2014

Erdoğan'ın Ekonomi Mucizesi

Gel de buna ekonomik mucize deme! Ekonomi uzmanı filan değilim aslında, ama herhangi bir ekonomiste sorsanız sadece $ cari fiyatlarla açıklanan Milli Gelir ve kişi başına düşen milli gelir rakamlarına bakmanın eksikliğinden ve yetersizliğinden bahsederler aslında, ama konumuz o değil.

2002 yılı sonunda AKP iktidara geldiğinden beri miting meydanlarında, üst geçitlere tutuşturulan bilimum ilanlarda, ya da Twitter/Facebook/İnternet paylaşımlarında AKP'in ekonomik mucizesini konuşurken "Kişi başına düşen geliri 3 katına çıkarttık", "Milli Geliri dörde katladık" gibi söylemler var ya... Hani "Abi, ekonomide bir başarı var sonuçta, baksanıza kişi başı gelirimiz 2002'de 3,500 dolarken şimdi 11,000 dolara dayanmışız. Gözle görülür bir şekilde daha zenginiz şu anda. Oysa AKP iktidara gelmeden önceki 10 yılda ekonomik performans çok daha zayıf. Aynı süre zarfında sadece 2,850 dolardan 3,500'lere çıkmışız. Yani AKP'nin yaptığı ekonomik sıçramaya kimse yapamadı bugüne kadar" diye AKP'ye oy vermeyenlerin bile ara ara kendi aralarında konuştuğu şu Erdoğan'ın AKP'sinin Ekonomik Mucizesi... İşte ondan bahsedeceğim bugün. Gerçi daha önce de anlatmaya çalıştım ama bir de bu şekilde deneyelim.

Doğrudur... Kişi başına (cari fiyatlarla) düşen milli gelirimiz 2002 yılında, 10 yıl öncesine kıyasla, sadece %25 artışla 2,851 dolardan 3,576 dolara çıkmıştı.  AKP iktidarında ise 3,576 dolardan 2012 sonu itibarı ile 10,666 dolara (son açıklanan 2013 sonu rakamlarına göre ise 10,782 dolara) yükseldi. %200 oranında bir artış, gerçekten de Erdoğan'ın mucizesi midir? Keşke öyle olsaydı, ama maalesef değildir! Türkiye ekonomisinin bu performansı gösterdiği yıllarda dünyada neler oluyordu acaba diye merak edenler, şöyle bir çevrelerine baksalar ne görürlerdi acaba? İşte ben o çevreye şöyle baktım: 2002 yılında bizim 3,576 dolar gelirimiz olduğu dönemde bizimle aynı ligde olan "gelişmekte olan ülkelere" bir bakayım dedim. Bunun için bizim gelir seviyemizin %40 üstünde ve %40 altında (yani 2,146 dolar ile 5,006 dolar gelir aralığında kimler varmış diye şöyle bir bakındım). Sonuçta bizden fazla geliri olan 15, az geliri olan da 16 ülke çıktı karşıma. İşte bu ülkelere kıyasla, yani dünya ekonomisinde bizim rakibimiz olabilecek ülkelere kıyasla, biz nasıl bir performans göstermişiz diye bir göz attım.

Sonuç maalesef bir ekonomik mucizeye işaret etmiyor. 1992'den 2002'ye kadar çeşitli koalisyon hükümetleri, farklı ekonomi bakanları, bilimum siyasi problemlere rağmen biz toplam milli gelirimizi 159 milyar dolardan 233 milyar dolara, kişi başına düşen gelirimizi %25 artışla 3,500 dolarlara çıkardığımız aynı yıllarda, başlangıçta bize çok yakın diğer ülkeler nüfus artışları oranında bile büyüyememiş, sonuçta kişi başına düşen gelirleri bu dönem için %5 küçülme ile 2,800 dolara düşmüştü. Yani rakiplerimiz %5 küçülürken biz %25 büyümüşüz.

Gelelim AKP'li yıllara. Tablo herşeyi gösteriyor aslında... Ama işin özeti şu bizim 3,576 dolardan 10,666'ya çıktığımız dönemde, üstelik de pek çoğunda Erdoğan gibi "tek ve güçlü" bir lider olmamasına, bu süre zarfında pek çok hükümet, ve ekonomi bakanı değiştirmelerine rağmen, bizimle aynı ligde olan ülkeler 2,800 dolardan 10,950 dolara çıkartmışlar kişi başına düşen milli gelirlerini. Biz 3 katına çıkartmışız kişi başı gelirimizi ama biz 3 katına çıkartırken, bize çok yakın noktadan başlayan başka ülkeler 4 katına çıkartmış.

Ola ki işletme/pazarlama kökenli birileri okursa bu seferki yazıyı diye bir de tabloda görünmeyen şekliyle şöyle anlatayım. 2002 yılında Türkiye dahil, 2,146 dolar ile 5,006 dolar kişi başı gelir aralığında olan ülkeler toplam $1,883 milyar dolar gelir üretmiş. Bu toplamda Türkiye'nin payı %12.4. 2012 yılına gelindiğinde aynı grup ülkelerin ürettiği gelir $7,819 milyar dolar. Türkiye'nin payı %10.1'e düşmüş. Erdoğan'ın mucizesi milli geliri 11,000 dolara yaklaştırması değil, bizimle benzer durumda olan ülkeler ekonomilerine çok daha başarılı bir şekilde yönetip pek çoğu bizi geçmiş olmasına rağmen hala bunu Türkiye'deki seçmenlerin %45'ine mucize diye yutturabilmesinde!

*****************

Erdogan's Economic Success: Miracle or Myth?

International media had been full of articles over the last 10-11 years that talked about the miracles Erdogan's AKP government was performing when it came to the Turkish economy. I am no trained economist, and even as an amateur I know talking about GDP (current $) , or GDP per capita (current $) is not the best way to talk about economic success. Those two figures, however, have usually been touted by the government and its supporters in every occasion.

You will hear AKP representatives talk, and Erdogan trolls write about tripling GDP per capita, or almost quadrupling total GDP on every possible occasion. I thought I would share a simple analysis that shows exactly how the Turkish economy fared compared to its peers for 10 years prior and 10 years during the AKP rule.
The method of the analysis is quite simple really. I looked at the GDP per capita level for Turkey for the year 2002. Then, identified the countries that had 40% more (15 countries) and 40% less (16 countries) GDP per capita than Turkey. I then looked at the historical data for these countries on the Worldbank Databank.

At first glance, (if one looks at Turkey's performance alone) it appears that the AKP government was vastly successful. After all, the GDP per capita had grown by only %25 between 1992 and 2002 in Turkey, while it went up to $10,666 from $3,576 under Erdogan's AKP government. Compared to EU averages that looked like a great achievement, and Erdogan has certainly advertised this as his economic miracle

The real story behind the numbers is quite different, though. When you look at how things changed around the world, it's a more appropriate analysis to look at how Turkey's peer countries, in other words its competitors, performed during the same periods. From 1992 to 2002, it is true that Turkey's GDP per capita grew only by %25, but Turkey achieved this while its competitors' GDP per capita shrank by 5%; and went down to $2,799. For the period AKP has been in power, the world economic outlook was a whole a lot different. These same countries, Turkeys economic rivals almost quadrupled their GDP per capita figures (up to $10,951 from $2,799). Turkey also enjoyed success but its GDP per capita for 2012 was only triple the amount of 2002. Improving an economic figure by 3 times all  of a sudden doesn't look like much of an economic miracle when you learn that everyone else grew their 4 times as much, right? Which one do you think signals better economic management: achieving 25% growth while all your other rivals shrank by 5%, or achieving 200% growth when your competitors all surpassed you and grew by 290%?

For those who like to look at the figures more from a market share perspective: The size of the Turkish economy represented % 12.4 of the total GDP accounted for by all those countries who had GDP per capita ranging from $2,146 to $5,006 in the year 2002. By 2012 the share of Turkish GDP among the same group of countries had gone down to %10.1. Am I the only one who thinks no CEO would have gotten away with spinning a loss of market share from %12.4 to %10.1 as economic success?

Again, current $ GDP figures are not necessarily the best way to gauge economic success. There are many other economic indicators. There are also costs associated with economic growth. I had shared earlier in one of my Turkish postings how Turkey was growing in an environmentally irresponsible way (Turkey is the only OECD country that increased its greehouse gas emissions per GDP $ between 1990 and 2010). And there is, of course, the social cost of Erdogan's government. This economic success (which is not really that successful compared to Turkey's rivals) have come at a great expense in the form of extreme polarization in the country. Turkey is now a ticking bomb where 45-50% of the country is continuously being pitted against the other half. Such dire social and environmental circumstances coupled with rivals who clearly outperformed Erdogan's economy makes all this economic success talk more like a myth, doesn't it?

Sunday, 30 March 2014

AKP'nin oyları nereden nereye?

Bu ülkenin iktidar partisinin karşısındaki grup olarak farklılığımız objektif bir şekilde halkın bize sunduğu sandık sonuçlarını analiz edip bundan sonraki stratejilerimizi buna göre belirlemek olmalı. Bazılarınız havluyu atıp ülkeyi terk etmeyi düşünebilir, bazıları için ise bu tablodan çıkan tek alternatif yeniden sağda güçlü bir oluşum kurulmasını sağlamak ve onun içinde yer almak olabilir. Bizim ailecek Kanada'dan dönme ihtimalimiz zayıf bu aralar ama asıl önemli olan Türkiye'de sizlerin ne yapacağı...

Ben sadece bu tabloya bakarak gördüklerimi söylemek istedim. Burada AKP'nin en önemli başarısının 2002 yılında AKP dışındaki sağ partilere giden oyların neredeyse tamamını eritmiş olması. 2002 yılında %25 civarı olan bu oran, 2014 yerel seçimleri itibari ile %3'e düşmüş. Bu %25'lik rakamın içinde 2002 seçimlerinde çeşitli şaibelerle %7 civarı oy alan Genç Part'nin kayboması ile tekrar MHP'ye dönen bir kısım oy var. 


Bu kısa analiz ve blog yazısının bir amacı da Cemaat oylarının ne kadar olduğunu merak edenler için benim hesaplarımı göstermek. AKP sağdaki diğer partileri eritip yoketme planlarını büyük ölçüde 2011'de tamamlamıştı zaten. 2011'den bu yana bir %0.5'lik kayma daha olmuş, ki bunun büyük çoğunluğunun AKP yönüne gittiğini tahmin eder, ve de AKP'nin şu anda geldiği noktayı değerlendirirsek, Cemaat'in oyları %5 civarıymış gibi bir sonuca varıyorum ben.  Bu oyların bir kısmı Saadet Partisine gitmiş görünüyor.

Peki Gezi olaylarına, yaşanan herşeye, ülke olarak neredeyse bölünme noktasına gelmemize rağmen neden sadece Cemaat oyları çıkmış görünüyor AKP'den. Bence bunun ana kaynağı ekonomi ile ilgili genel algı. Hala insanlar Türkiye'nin ekonomisindeki başarıyı AKP'nin mucizesine bağlıyorlar. Benim sağda solda 2000-2012 yılları arasında zaten dünyada GDP sıralamasında bizim altımızda olan ülkeler %185 büyümüş, biz ise %196... yani bu o kadar da abartılacak bir başarı değil. Tayyip "mucizesi" olmasa da bu ülke batmayacaktı, gelecekte de batmayacaktır desem de pek anlatamıyorum.

Yukarıdaki tabloda yer alan sonuçlar 31 Mart 2014 01:00 itibari CNNTurk sayfalarında yayınlanan ve sandıkların %80 civarı açılmış olduğunun ilanı ile yayınlanmış olan oranlardır. AA'nın seçim sayfasında ciddi hesap hataları gördüm. Onun için bu rakamlara göre bir analiz yaptım.. Ama Excel tablosu hazırda bekliyor. Yarın kesin sonuçları da ekleyip ona göre konuşabiliriz...
  • Not: Tablo'da 2004 yılında Etnik Kürt Kimliğe dayalı partilerin oylarının %1'e düşmüş gibi görünmesinin sebebi o yerel seçimlerde DEHAP ve SHP'nin işbirliği yapmış olmasndan dolayı. O oylar geçici olarak Sosyal Demokrat ve Sol oyları yükseltmiş gibi görünüyor ama belli ki bu işbirliğine tepki oyları da olmuş ve bir kısmı AKP ve diğer sağ partilere yönelmiş o dönemde. yoksa Etnik Kimliğe Dayalı Politika yapan partilerin %7 civarı bir oyları var gibi görünüyor.
_______________________________________________________________________________________

And here's the english version of the same analysis I've shared above. It explains how distribution of the votes have changed since 2002 (which is the first year AKP came to power). These results are based on what had been reported on CNNTurk.com at 1 am with 80% of the ballots in. Note that AKP had a higher percentage of votes in the early hours of the vote count (if some of you have seen slightly higher totals for AKP, that is why). The results in the morning, with 98% ballots counted, is very similar to what I had in my table at 1 a.m. so I haven't updated it yet as of 9 am in the morning Turkish time.


Friday, 28 March 2014

En büyük komployu kendi kendimize kuruyoruz!

Biz yine seçim öncesi tapeleri, bize komplo kuran dış mihrakları konuşaduralım, bu ülkede kürsülerden haykırılan nefret söylemlerinin bini bir paraya düşmüşken, yol üstü köprülerinde "AKP iktidarında bilmemne şu rakamdan bu rakama çıktı" reklamları ile gözümüz boyanırken hergün: Bu ülkede Twitter'da, YouTube'da konuşulanlar, yazılanlar değil, konuşmadıklarımız sorun! Ülkemizin geleceğine yönelik, bizim dünyaya ve çocuklarımıza karşı sorumluluğumuza yönelik en büyük komployu kendi kendimize kuruyoruz farkında değiliz. Gerçi itiraf etmeliyim muhalefet partileri bu konuda herhangi bir adım attılar da her zaman yaptığı gibi muhalefetten gelen her öneriyi, her uyarıyı otomatik olarak yok sayan AKP hükümetinin mi umurunda olmadı, yoksa muhalefet de en az iktidar kadar suçlu mu bu konuda bilmiyorum. Ama muhalefetin yapabileceği sonuçta bir kaç önerge vermekten ibaret. 12 yıldır bu ülkenin geleceğini şekillendirmek üzere halk tarafından seçilip başa gelmiş olan "iktidar" bu komplonun sorumluluğundan hiç bir koşulda kaçamaz. 

Nedir bu komplo dediğim? Hani şu son 20-30 yılda her savaş, işgal, bölgesel çatışma vs.'nin altından çıkan ENERJİ sorunu var ya, işte onunla bağlantılıdır bu kendi kendimize kurduğumuz, ve AKP iktidarının da tersine çevirmek için hiç bir şey yapmadığı komplo. Bu hafta, 26 Mart 2014 günü, TÜİK Sürdürülebilir Kalkınma Bültenini yayınladı. Ben de bu yaz yatmış olduğum kış uykusundan bir ağaç tarafından uyandırıldığımdan beri merakımdan, her açıklanan bültene bakıp, bize anlatılanlarla, anlatılmayanları araştırmayı dert edindim ya kendime... İşte bu seferki araştırmanın sonuçları:

TÜİK Sürdürülebilir Kalkınma Bülteninde Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Yurtiçi brüt enerji tüketimizdeki payı ile ilgili rakamlar var. Bu hafta yayınlanan bültenin bir de eskisini buldum üstelik. 2000, 2005, 2008-2012 yıllarına kadar giden rakamlar var bu raporların içinde gizlenmiş. 

Yenilenebilir Enerji deyince hani şu son yıllarda teknolojinin ilerlemesiyle çok büyük kazanımlar sağlanan güneş enerjisi, rüzgar enerjisi vs. gibi bizi ekonomimizin sırtındaki en büyük yükü (enerji bağımlılığımızı) kendi kaynaklarımızdan azaltmamızı sağlayacak olan enerjiden bahsediyorum... Yani bir ülkenin toplam enerji tüketiminde yenilenebilir enerji kaynaklarının oranı ne kadar yükseliyorsa, hem ekonomisi için o kadar iyi, hem de çevreye verdiği zararı minimize etmesi açısından dünyaya, yarınlarımızı bırakacağımız çocuklarımıza karşı sorumluluğumuzu yerine getirmek açısından önemli. Türkiye'nin durumuna bakmak tek başına yeterli olmaz diye, her zamanki gibi üşenmeyip başka kaynaklara da baktım. Avrupa Birliğinin Eurostat sitesinde buldum aradığım değerleri... Hem de hadi haksızlık olmasın şöyle Avrupa'nın kallafi devletlerinin bu konuda yatırım yapacak çok parası vardır, biraz Türkiye'nin dişine göre olanlara bakayım dedim. Ve karşımıza çıkan tablo içler acısı... 2000 yılında Türkiye'nin toplam enerji tüketiminden yenilenebilir enerji kaynaklarının payı %12.5'miş. Son bilgilerin verildiği 2012 yılı sonunda ise sadece %10. Aşağıdaki grafiğe sadece 10 saniye bakan birisinin çok kolaylıkla görebileceği gibi bu oranın başladığı noktaya göre 2012 yılı sonunda daha alt seviyeye düştüğü bizden başka hiçbir ülke yok! Yenilenebilir enerji konusu oldukça yeni bir konu... istatistiklerde daha eskilere giden veri bulamadım maalesef.. Ama görünen o ki bizim 2000 yılında bulunduğumuz nokta bu ülkelerin pek çoğundan ilerdeymiş ve şu anda geriye düşmüşüz.


Gelelim çevre ile ilgili bir başka konuya... Hani çevreciliği çok iyi bildiğini meydanlarda her fırsatta haykıran devlet büyüklerimiz var ya, onların ayaklarının biraz olsun yere basmasını sağlar mı acaba diye yaptığım bir başka analiz. Aşağıdaki tablo seragazı emisyonları ile ilgili... hani şu çok meşhur ozon tabakası var ya, çevre uzmanlarının her geçen gün nasıl zarar verdiğimizden bahsettiği... dünyanın yaşadığı iklim değişikliğinin, bununla beraber gelen kuraklıkların, çevre felaketlerinin pek çoğunun kaynağı olarak gösterilen şey... İşte seragazı emisyonları bu yüzden önemli. Bu defa OECD sayfasında buldum merakımı giderecek rakamları. Maalesef sadece 1990 ve 2010 yıllarını kıyaslıyordu.. 20 yıllık bir dönem ve bunun 8 yılını aralıksız olarak ve tek başına bir iktidarla AKP yönetti. İşte bakınız o dönemde ne olmuş OECD ülkelerinde. Tabloyu iki gruba ayırdım. Üst kısımda 1990 yılında, başlangıçta Milli Gelirlerine oranla çevreye verdikleri zarar (Seragazı Emisyonu olarak) bizim seviyemize en yakın olan ülkeler var. Bu ülkeler 20 yıllık süre içinde kişi başı milli gelirlerini ne kadar arttırmışlar, ve bunu gerçekleştirirken de Seragazı Emisyon oranları ne olmuş göstermek istedim.. Alt kısımda da başlangıçtaki kişi başı gelirleri bize yakın olan, yani 1990'lı yıllarda bize yakın gelir düzeyinde olan, gelişmekte olan OECD ülkelerinin durumu var. Lafı fazla da uzatmaya gerek yok: Bu 20 yıllık sürede bizim Milli Gelire oranla dünyaya verdiğimiz zarar %3 artmış. Başka çevresine, ülkesine, dünyaya 1990'da bulundukları seviyeden daha fazla zarar veren OECD üyesi var mı? YOK! 

Şili bize nispeten yakınmış başlangıçta; Maceristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya bizim çok çok üzerimizde.. ama tüm bu ülkeler 1990'dan 2010'a kadar olan süreçte hem kişi başına düşen milli gelirlerini bizden çok daha yüksek oranda arttırmışlar, hem de Şili, Maceristan ve Slovakya bizden de düşük seviyelere getirmiş Seragazı Emisyonlarını.


"Eh canım, bu gösterilen sürenin sadece 8 yılında AKP vardı... kesin AKP'den önce yükselmiştir" diyenlere de yukarıdaki ilk grafiğe bakmalarını tavsiye ederim. Yenilenebilir enerji kaynaklarındaki vahim durum, AKP iktidarında bu konuda geriye gitmiş olmamız, son 8 yılda neler olduğu ile ilgili çok açıklayıcı ipuçları içeriyor. Yenilenebilir enerji sadece enerji bağımsızlığını değil, çevre bilincini de temsil ediyor.

İşte a dostlar, bana kalsa biz tapeleri, dış mihrakların kurduğu komplo teorilerini filan konuşmasak da, işte bu kendi kendimize kurduğumuz, çocuklarımızın geleceğine kurduğumuz bu komployu konuşsak biraz. Her köşeye AVM yapmakla, duble yol yapmakla (tabii bunlar yapılırken bir yandan ayakkabı kutularını doldurmakla) olmuyor bu iş. Bunları konuşanların belediye başkanları ve iktidar partisi olabileceği güzel günler dileğiyle...

Saturday, 15 March 2014

BİLAL ERDOĞAN'A AİT ŞOK GÖRÜNTÜLER!

Bir süredir boşlamıştım blog sayfasını. Malûm çok gezince yazmaya vakti pek kalmıyor insanın... Facebook'taki dostlarımla bir iki ekonomik analiz paylaşmıştım son bir ay içinde ama Basri gibi çok okumayınca, yazmak için bir ilhama ihtiyacı oluyor insanın... O ilhamı bir fotoğraf verdi bu defa...

Hem de çok sansasyonel bir fotoğraf.

Meğer, biz babacığı ile etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş villalarından birinde tatil yaptığını zannederken, Bilal Erdoğan bu yaz Müslüman Kardeşlerin General Sisi'ye karşı düzenlediği gösterilere katılmış. Üstelik ellerinde demir çubukların, sopaların olduğu öfkeli bir grubun içindeymiş. Giderken de (artık ayakkabı kutusunda mı, bavulda mı bilemeyeğim) yüklü miktarda para götürmüş Müslüman Kardeşlere. Babasının talimatıyla tabii....Rivayet diyeceğim ama fotoğrafı da çıktı şimdi. Çok gezince çok insan tanımak mümkün oluyor... İşte öyle tanıdıklarımdan birinden aldığım bu fotoğraf ve bilgilere göre meğer Başbakanımızın ve eşinin televizyonlara çıkıp göz yaşı dökmesinin sebebi Esma değil, o sıralar olaylar kızışınca bir süre haber alamadıkları kendi oğullarıymış.

Öyle ya, Sisi'nin askerleri gaz fişeklerini kullanım talimatları doğrultusunda belli bir açıyla havaya atsalar kimse ölmez ama, ya İstanbul'da galeyana gelenler, kraldan çok kralcı olan polisler gibi inadına inadına insanların kafasına nişan alarak basarlarsa o tetiğe. Çok pişman olmuş başbakanımız Bilal'i paraları götürsün diye oraya gönderdiğine ama Bilal'den haber alana kadar, baba yüreği tabii, saatlerce haber beklemiş istihbarat örgütlerinden.

Neyse, Allah'tan sağ salim dönmüş de Bilal Erdoğan, başbakanımız ve ailesi rahat bir nefes almış. 

*  *  *  *  *  *

Şimdi bu fotoğrafı gören muhalefet partileri yarın sokaklara çıkıp:

"Gezicilere yakıp yıktılar derken, senin oğlunun bu kalkanlarla, demir çubuklarla, sopalarla yürüyen insanların arasında ne işi var?"

"Bir de 14 yaşında çocuğun elinde sapan var dedin, demir bilye var dedin. Senin oğlun demir çubuklarla sokaklara çıkmışken, nasıl böyle konuşursun?"

"Senin oğlun da terörist, baksana terörist gibi adamlarla sokaklarda!"  derlerse ne olur? 

Tabii fotoğrafı gören bir sürü kişi de:

"Ne Bilal'i canım? Bilal'in orada işi ne? Zaten hiç benzemiyor."

"Ona benzeyen bir adamın fotoğrafını bulmuşlar, yalan söylüyorlar."

"Montajdır montaj. Montaj değilse dublördür o." diyecektir muhtemelen. 

Ama ben her iki grubun da sabredip yazının tamamını okumalarını umuyorum.

*  *  *  *  *  *

Bilgisayar teknolojilerinden biraz anlayanlar bilirler ki fotoğrafları montajlamak, 10 dakikalık karşılıklı konuşmaya dayalı telefon sohbetlerini montajlamaktan çok daha kolaydır. Öyle ki 40'ını aşkın, hayatında hiç grafik tasarımı okumamış, bilgisayar programcısı, hacker filan olmayan birisi bile, biraz bilgisayardan anlıyorsa fotoğrafları çok kolay montajlayabilir. Bu yazıyı bir sosyal deney olarak yazıyorum bir bakıma. Facebook'tan ve twitter'dan paylaşacağım bir resim nasıl bir tepki yaratacak merak ediyorum. 

Ne de olsa kendilerine en ufak bir "ipucu" servis edildiğinde, yüreklerinde evlat acısı olan bir anne babanın:
"Sadece ekmek almak için çıkmıştı o pazar sabahı oğlumuz sokaklara" demesini umursamayan, o resmin Berkin olup olmadığını, görüntüdeki fotoğrafın aynı gün çekilip çekilmediğini bilmeden, 14 yaşında bir çocuğu terörist ilan eden, başta bir ülkenin başbakanı olmak üzere, binlerce insan var. Böyle olduğu için de Berkin'e bir rahmet, ailesine bir başsağlığı dilemeyi zul gören milyonlar...

Bu fotoğraf Berkin'e aitse, ve bir (kaç) gün önce Taksim'de gösterilere katılmış olsa 14 yaşında bir çocuk, ölümü hakediyor mu? Velev ki, o sabah ekmek almaya giderken, elinde sapanla bilye atmış olsa, bu resmi bize sunabilenlerin elinde nasıl oluyor da onu vuran fişeğin hangi polis tarafından atıldığını gösteren, etraftaki onlarca kameradan birinden alıntı, tek bir fotoğraf ya da delil bulamayıp, tam 275 gündür bu olayın faili olan polisi (polisleri) adalet önüne çıkaramıyorlar?

*  *  *  *  *  *

Geçtiğimiz yaz Gezi Park'ı olaylarında sokaklara dökülen insanların çok büyük çoğunluğu, Başbakanımızın meydanlarda haykırdığı gibi terörist, marjinal grup filan değildi. Onun için Cami'de içki içildi, Kabataş'ta başörtülü bacımıza 70-80 gösterici (hem de deri pantalonlu, üzerleri yarı çıplak) saldırdı gibi haberler çıkınca, hiç inanası gelmese bile insanın, küçücük bir acaba kuşkusu ile, onlar utandı. 

Nereye kadar devam edebilir, bir başbakanın dilindeki, kendinden olmayana karşı nefret söylemi? Ne zaman koltuk sevdasından (ya da yapılan yolsuzlukların bir gün cezasını çekme korkusundan) dolayı birbirine her geçen gün düşman edilen bir ülke, ne zaman bir ulus olmaktan çıkıp, bir savaş alanına döner?  Bizi yöneten politikacılar, hoşgörü ve empati ile konuşmayı öğrenmedikçe, sonucu ne olursa olsun, 30 Mart'ta yapılacak yerel seçimler bizi tekrar bir ulus, bir millet yapamayacak. Ama yine de iki seçenek var 30 Mart'ta oy kullanmaya gidenlerin önünde. Özellikle de AKP'ye oy vermiş ya da vermeyi düşünenler için. Ya yerel seçimlerde AKP dışında partilere oy vererek, başbakanımız ve parti yöneticilerine ufak bir ders verecek halkımız. "Bu zamana kadar yaptıklarınızı takdir ediyoruz, ama bu ülkenin kavgaya sürüklendiğini görmek istemiyoruz" diyecekler. 

Ya da  "Bizden olmayan defolsun gitsin, gitmiyorlarsa da gerekirse iç savaş çıksın, bizim ülke de Suriye gibi olsun. Nasılsa çoğunluktayız, hepsini defederiz bu ülkeden" diyerek, bu ülkeyi AKP'den başka yönetecek bir başka parti, o partiyi de Recep Tayyip Erdoğan'dan başka yönetecek daha aklı başında, hoşgörülü bir lider olamayacağına olan inançlarını teyit edecekler. 

Bu ülkenin geleceği, önümüzdeki yıllarda kaç Berkin, kaç Ali İsmail, kaç Burakcan'ların daha öleceğini tayin etme gücü tamamen AKP seçmeninin iradesinde. Bütün yük ve sorumluluk onların omuzunda. Komplo teorilerinin filan hepsini bir çırpıda yıkmak da onların ellerinde, bu ülkeyi daha fazla kana ve kavgaya sürüklemek de. Nasıl oluyor da AKP'ye oy vermeyenlerin hiç sorumluluğu yok diyenlere cevabım şu: Onların kime oy verdiği bir şey değiştirmez ki. Bu halk bu başbakana "Bizi birbirimize düşürmekten vazgeç. Atamıza ayyaş, seninle aynı fikirde olmayanlara çapulcu, terörist diyemezsin. Bu halka hizmet etmiş olabilirsin ama bu sana ve çocuklarına, bakanlarına, haksız kazanç elde etme, cepleriniz doldurma hakkı vermez" mesajını vermedikçe, benim ve benim gibi düşünenlerin kime oy verdikleri hiç önemli değil. Çünkü AKP'nin karşısında tek bir fikir, tek bir parti, tek bir lider yok. O bu söylemlere, ve de yolsuzluklara devam ettiği sürece, insanlar sokaklara çıkacak, bunun geri dönüşü yok. Tek çare AKP'ye şapkalarını önlerine alıp düşünmeleri gerektiğini hatırlatan bir mesaj vermekte. Bu mesajı da ancak AKP seçmeni verebilir.

*  *  *  *  *  *
Buraya kadar sabredip de bu yazıyı kaç AKP seçmeni okur, pek de umutlu değilim. Ama dediğim gibi uzatmamın bir başka sebebi daha var. Bu bir sosyal deney. Facebook'tan, Twitter'dan sadece yukardaki resmi paylaşınca ne olacağını merak ediyorum. 

Resimdekinin Bilal Erdoğan olmadığını düşünenler yanılıyor. Gerçekten de fotoğrafta görünen yüz ona ait. Sadece benim Fatos_CokGezen Twitter hesabımdan daha önce defalarca paylaştığım bir fotoğrafa, internetten kolaylıkla bulduğum bir Bilal Erdoğan yüzü montajladım. Eh, bir de 17 senedir bir yazarla evli olursa insan, doğal olarak senaryo yazma hastalığı eşine de bulaşıyor. Fotoğrafın arkasındaki, bu yazının başlarındaki komplo teorisi de tamamen benim uydurmam.

Belki biraz ortalamanın üstünde bir bilgisayar kullanıcısıyım ama ne Grafik Tasarımı okuyup Photoshop dersleri aldım, ne de bilgisayar programcısıyım. Sadece geçen yaz Herşey Bir Ağaçla Başladığından beri, artık canımıza tak dedi diyen 42 yaşında bir üniversite çalışanı ve anneyim. Ben AKP iktidarının sadece 3 yıldan az kısmında Türkiye'de yaşamış olsam da, bu iktidarın yaptığı ve takdir ettiğim hizmetler olduğunu inkar edemem. Bunun için kendilerine teşekkür ederim. Ama bu yaptıkları herşeyi de beğendiğim anlamına gelmez, hatta pek ço yanlışlarının da olduğunu düşünüyorum. Ve şimdi durum çok farklı... Geçmişte yapılmış hiçbir hizmet bir milleti kutuplara bölen (bir de üstelik ailece milyon/milyar dolarları cebine atan) bir iktidarı mazur gösteremez. Zaman (benim bakalım bu işin sonu nereye gidecek diye merakla paylaştığım bu montaj dahil olmak üzere) montajlara, dublajlara göre değil, vicdanımızın sesini dinleyerek bu ülkenin geleceği için bizi yönetenlere 30 Mart'ta küçük bir mesaj verme zamanı! Zaman birbirimize (başörtüsü yasağında olduğu gibi) yapılmış bir haksızlık varsa bunların hepsine birlikte kızma, çocukları ölen anne ve babalarla, ölen kim olursa olsun, beraber ağlayabilme zamanı...

Yeter artık bizi birbirimize düşürdüğünüz, diyebilmek için,  kendinizi başka hangi partiye yakınlık hissediyorsanız Ampül dışında bir yere mührü basma zamanı!

Thursday, 23 January 2014

Attan indim, yoksa eşeğe mi bindim?



Attan inip, eşeğe binmenin bir mahzuru yok elbette...
Yerine göre, eşeğe de binilir.
Eşeğe binip inmek, ayrıca maharet gerektirir; yani fena bir şey değildir.
Hele ben gibi eşek sever bir eşekseniz, bundan iyisi can sağlığıdır.
Eşek severliğimi bilmeyen yok!
Benim eşek severliğim azıcık eskiye, Bodrum'da geçirdiğim zamanlarda her sokak başı gördüğüm Kıbrıs eşeklerine kadar uzanır.
Bodrum'un denizini kesen Karaadası'nda, yani eskiden Arkonessos denilen yere kasaba eşeklerinin yılkıya bırakıldığı gibi, mesela beni de, sevgili karım Fatoş bir Ege adasına bıraksa; ne kadar iyi olur!
Sadece bir, hata cömert davranıp iki sezon için beslenip semirmek üzere yılkıya salsa, bıraksa ve fakat, ama, ancak, lakin kitaplarımı, İtalyan mandolinimi, elbette MAC bilgisayarımı da verse...
Ben yılkıdayken, yeni aldığımız Mazda CX7'yi o kullanacağından, oraya buraya çarpmasa bari!
Özellikle kapalı garajların gişe girişlerinde betona sürtmesi fena oluyor.

*******

Ailemiz hizmetinde şoförlüğünü layığıyla yaptığım herkesce bilinen ve dahi böylece tüm Cihana yayılmış bulunan Jeep Grand Cherokee-2003 model arabamızın artık miyâdı dolmuş idi.
Aslına bakılırsa o cipin eskiyeceği yoktur, dolayısıyla miyat-kullanım süresi falan tanımaz bir inatçı keçidir, ama üzerindeki Indiana plakası yüzünden Kanada'da kullanılması zor olduğundan, ABD'ye geri götürmek kaçınılmazdır.
Evliya Çelebi'ye gezmek için bahane mi ararsınız!

*******

Öte yandan, benim Jeep'le süren bir arkadaşlığım da var.
Size itiraf edeyim ki, ben tamamen iflah olmaz bir Anemistim!
Eşyalar neyse ne, ama otomobillerin at ve eşekler gibi ruhu olduğuna inanırım.
Arabanızı severseniz, ona güzel sözler söylerseniz, arada bir ¨Aferin lan kerata, yarım metre karın içinde buz muz demedin gittin, helal!¨ falan derseniz, keyiflenir ve size bağlanır!
Atın terkisini okşamak gibi bir şeydir bu, erkekler anlar...
Beyler, bu lakırdıma ne dersiniz!?
Hanımlar, siz gülmeyiniz!
Bu lafların, hanımlar nezdinde itibarı hiç yoktur.
Fatoş-Sinem'den bilirim; o yüzden hanımlara değil, beyefendilere soruyorum...
Mesela, Grand Cherokee'yi gözden çıkartmak zorunda kaldığımı jeep'e anlattım, beni anlayışla karşıladı.
Bunu nereden biliyorsun demeyiniz, rica ederim.
Sürüşünde, gidişinde, ben gaz verip kestikçe itaat edişinde bugüne kadar en ufak bir serzeniş, şikâyet görmüş değilim.
Ben, cip'imin ne dediğini bilmez miyim?

*******

Hasılı, birkaç güne kalmaz, Ocak ayının son haftasında BASRİ Çelebi-Mahmut Paşa, Jeep'le son seyahatini Kanada-Alberta Eyaleti üzerinden 3 bin 500 km.yol yaparak Indiana'ya kadar tamamlar.
Anlaşılan, bana yine yol göründü.
Görünmese şaşardım.
Hazırlığımı yapar yapmaz, yol arkadaşımla asfalta çıkarız.
Cervantes'in dediği gibi, ¨Yolda olmak handa [evde] olmaktan iyidir.¨
Üç gece iki günlük bir sürüşle Amerika'daki evimizin olduğu eski kasabamıza gidecek ve orada cipin yeni sahibi olacak alıcıya verip veda edeceğim.
Gidene ağam, gelene paşam durumundayız.
Geleni de çoktan ayâr ettik...

******

Kuzey Amerika'da arabasız kalmak, ayakkabısız, hatta çorapsız olmak demektir.
Onun arabası var, güzel mi güzel desinler diye gittik, Fatoş'la beraber, ben yola çıkmadan evvel araç bakındık.
Sonunda bir CAPON'da karar kıldık: Mazda serisinden bir dört-çeker araba...
Capon Çayevi romanından beri Caponlara gösterdiğim ilginin tesadüfî neticesidir bu...


*******

Ocak ayının 25.veya 26.günlerinde, haftasonu yani, yola çıkacak olan Basri yol hatıratını buradan günü gününe nakledecektir.
İzleyiniz...
Edmonton'dan Calgary, derken Amerikan sınırı, sınırda gümrükçü Coniler ve Montana...
Bizonlar memleketi...
Montana Eyaleti'nde Great Falls'u geçince konaklama...
Ertesi gün yola çıkış ve Colorado Eyaleti'nde Denver kenti civarında bir otele giriş, sabah yine çıkış...
Kansas'a gitmeden hiç olmaz.
Uğramazsam vallahi çok gücenir...
Önce Salina'dan geçilecek, hani şu meşhur Wrangler kotların ve dahi Lewis markanın üretildiği yer; orcinali yani, çakması, Çin işi değil...
Sonra Springfield, derken Indiana eyalet sınırı, ardından Purdue Üniversitesi'nin bulunduğu West Lafayette kenti...
İşte üç günü devirip hemen hemen 4 güne varacak seyahatin güzergâhı böyle...
Cahit Sırrı Tarancı'nın şiirinde dediği gibi, Abbas Yolcu...

*******

Elbette yola çıkış evvelinde güzergâhtaki hava durumu tahmini için Fatoş'un meteorloji uzmanlığı tuttu.
O zaten internetin hayranıdır ve hatta doktorudur. Nezle mi oldunuz mu ona sorun, derhal web sayfalarından tıp fakültesi mezuniyeti bulmuş gibi anlatır.
Doktorlara gerek yok, Fatoş bu tedaviye yeter.
ABD meteorloji sayfalarından aldığı günlük tahminlerle, bana şurada dur, burada durma diye yol tarifi yaptı.
Pek kulak asmadım, ama belli de etmedim.
Kocanın iyisi karısının sözünü dinleyendir.
Yol arkadaşım Grand Cherokee olunca, pek fark etmez dediysem de karımın sözünü dinlerim.
Hanım sözü dinlemek lazım!

*******

Pekâla, sonra ne mi olacak?
Hiiiiç...
Cip'le orada vedalaşacak, onu yeni sahibine devredecek, ardından Şikago'ya geçip, O'Hare Havalimanı'ndan pasaport kontrolü yaptırıp biteviye ve sıkıcı bir kent olan Edmonton'a havalanacak herhangi bir uçağa kendimi atacağım.
İşte böyle...
Demem o ki:
Ora pro nobis!