Wednesday, 23 September 2015

Hoca #AKPninYalanlarına yalan katmaya devam ediyor!

Yine ihmal ettik bizim Fatoş'la Basri blog sayfalarını. Ben en iyisi romantik çağrıları bırakıp AKP'nin her alanda olduğu gibi ekonomi konusunda da halka söylediği yalanları ifşa etmeye devam edeyim.

Biz 7 Haziran'dan beri gelen şehit haberlerine milletçe ağlayaduralım, her geçen gün alarm zilleri veren ekonomi konusunda AKP'li kurmaylar her zaman olduğu gibi milleti kandırmaya devam ediyorlar.

Seçim öncesi canlı yayında Başbakan Ahmet Davutoğlu "90'lı yıllarda dünya büyürken biz küçülüyorduk, şimdi dünya küçülürken biz büyüyoruz" şeklinde beyanat vermiş.. Halkına hemen hemen her konuda yalan söyleyen bu partinin, başındaki bu akademisyen Hoca'nın AKP'nin yalanlarına yalan katmaya devam etmesine şaşırmadım ama bu kadar da alenen yalan söylenmez ki...İşte AKP'nin elde ettiği büyüme rakamları ile ilgili gerçekler:


AKP's New PM Continues Lies about the State of Turkish Economy

It's not the first time AKP Officials have lied to Turkish voters about the state of the Turkish economy, but it looks like the new PM of Turkey, Ahmet Davutoglu, will continue to sell snake oil to voters when it comes to the economy. 

It is true that the Turkish economy had outperformed growth in world GDP in the first few years AKP came to power. Although it wasn't necessarily new for the Turkish economy to benefit from the general growth trends of the world economy, and at times outperform it, AKP's PR machine was very successful in its early years when it came to attributing that success to AKP's economic miracle.

Such a miracle is clearly non-existent nowadays, but AKP PM continues to paint a pretty picture, even when it means blatantly lying to the Turkish voters. 

In a recent TV interview shortly before the June 7th elections, Turkish PM claimed that "in the 90s Turkish economy was shrinking while the world economy grew" and further stipulated that "nowadays Turkish economy is growing while the world economy is shrinking."

The problem with that statement is that it's simply NOT TRUE. Here's the truth about the Turkish economy Erdogan and Davutoglu is successfully hiding from the Turkish public, as everyone's focus shifted to the recent terrorist attacks.


Thursday, 23 July 2015

Mavi-Beyaz Kurdele, Kırmızı-Beyaz Türkiye: Ya, Tutarsa!

Gecenin bir yarısında, uyku tutmadı mı gözümü daha hayalperest olurum ben... bazıları karamsarlaşır belki gecenin karanlığında ama ben daha da bir umutlu olurum kurduğum her yeni saf ve romantik hayalin coşkusuyla...

Sevgili kuzenimin ben bu satırları yazdığım sırada sosyal medya ortamında dillendirdiği gibi .... Umut altın gibidir. Hiçbir ortamda paslanmaz!

Uzun zamandır yazmıyordum Fatoş'la Basri sayfamıza... Dünya'nın bir ucunda, çok sevdiğim ülkemin insanları için bir şeyler yapabilmek adına Edmonton kentindeki Türk Derneği için çalışıyorum harıl harıl bir yılı aşkın süredir. Blog yazmaya pek değil hiç vakit kalmıyor.

Ama son 2 gündür Türkiye'den gelen terör eylemleri, asker ve polisimize yapılan elim saldırılar gibi haberleri duyunca, eh bir de gecenin bir vakti uyku tutmayınca, oturdum yazdım ve Facebook'tan paylaştım:

Yurdumdan binlerce kilometre uzakta yaşadığım Kuzey Amerika'da bir "kurdele" geleneği var... Soma'da 301 madencimizi kaybettiğimizde kimimizin sosyal medyada paylaştığı "siyah kurdeleler", kanserle ilgili kampanyalardaki "pembe kurdeleler" bu alışkanlığın sosyal medya'dan Türkiye'ye yansımaları... Binlerce kilometre öteden önce Suruç'ta yitirdiğimiz pırıl pırıl gençlerin, sonra Adıyaman'da şehit olan askerimizin, evlerinde hain bir saldırıda ölen polislerimizin haberlerini okuyunca, bir kaç hafta önce yaşadığım kentte görevi başında bir genç polis öldürüldüğünde bütün kentin nasıl tek yürek olduğu geldi aklıma. Polis teşkilatının "mavi" renkleri hatırına, polisinin yanında olduğunu göstermek için bütün kenti, elektrik direklerinden, refüjlere, balkonlara her yeri mavi kurdelelerle donattı Edmonton'lular... tabii ki bir de bir sosyal medya kampanyası ile bizim de katkımız olsun diyerek ölen polisin ailesi için bir kaç günde 200,000 dolara yakın bağış topladılar. Zaten kutuplaştığımız, kutuplaştırıldığımız bir Türkiye'de, her yeni protesto gösterisinin belki de başka ölümlere sebep verme ihtimali olan bugünlerde hem İSYANINI HAYKIRMAK, hem TERÖRÜN HER TÜRLÜSÜNÜ KINIYORUM DEMEK, hem de benim gibi düşünsün, düşünmesin, birilerinin Türkiye ile ilgili kirli oyunlarına bilerek ya da bilmeyerek alet olsunlar ya da olmasınlar BARIŞ İÇİN YETER Kİ OYUNCAKLARLA DÜŞSÜN BİR AVUÇ İDEALİST GENÇ YOLLARA, ONLARDAN ZARAR GELMEZ BU ÜLKEYE DEMEK isteyen herkesi mavi-beyaz kurdelelerle Türkiye'yi donatmaya davet edeyim dedim... Mavi kurdeleler, emniyet teşkilatının laciverdi için... Hiç bir polis, üstelik de böyle gencecik memurlar hiç bir koşulda ve gerekçeyle böyle bir infazı hakedemezler diye HAYKIRMAK için. Beyaz kurdeleler ise, beyaz renk barışı temsil ettiği için, ellerinde silahlarla değil oyuncaklarla mesaj vermek isteyen gençlerin de asla ve asla ölmeyi haketmediklerini HAYKIRMAK için... Nasrettin Hoca'nın göle yoğurt çalması ve "Ya, tutarsa!" demesi misali bir romantik çırpınış benimki... Belki solculuğumuzu, ülkücülüğümüzü, sünniliğimizi, aleviliğimizi, AKP'li, CHP'li, MHP'li, ya da HDP'li oluşumuzu bir kaç günlüğüne bir kenara bırakıp MAVİ ve BEYAZ kurdelelerle donatabilsek yurdun dört bir yanını, KIRMIZI-BEYAZ bayrağımızın (şimdi tüm renkleri ve çeşitliği ile) kucakladığı bir Türkiye olmak adına çok güçlü bir mesaj verebiliriz TERÖRÜN VE ŞİDDETİN HER TÜRLÜSÜNDEN MEDET UMANLARA...
Mavi-Beyaz Kurdele, Kırmızı-Beyaz Türkiye... YA TUTARSA!


Facebook'tan paylaşım yapınca, bir de KAMPANYA GENEL MERKEZİ yapmak farz oldu... Ola ki duyarsanız bu romantik çağrımı, çocukça ve ve nasılsa işe yaramaz bulmayıp da siz de mavi ve beyaz kurdelelerle donatmaya karar verirseniz etrafınızı fotoğrafını çekip senols137279@gmail.com adresine ya da twitter'dan @Fatos_CokGezen'e gönderirseniz bu sayfadan paylaşacağım gelen fotoğrafları... 

Eh, hadi hayırlısı ve de dedim ya.... Ya, Tutarsa!


Wednesday, 1 July 2015



Basri'nin marifetleri arasına, 9.kitabı olarak, bir yeni başlık girdi... 
Bu kez hikâyeler yazdı.
Kapağını İngiliz ressam, canlandırma sanatçısı Mark Elliott yaptı; edebiyata katkı için bağışladı, siz de kitabı alırsanız, Türk Edebiyatında ihtiyaç duyulan çoşkuya merhaba dersiniz...


¨Geçiyordum, Uğradım!¨
Öyküler
İskenderiye Kitaplığı Yayınevi, 2015 Mayıs, 1.Basım




Tuesday, 30 June 2015



Şamata olsun, Marina'nınki gibi olsun!

Kuzenim Zeynep Dilek Ercan'la, günün birinde, yollara dökülüp ¨Avropa¨ turu yapacağımız aklıma gelmezdi, işte günün biri geldi ve oldu.
Sevindim, mutlu oldum.
Ailemizin 'Florance Nightangle' i diye adlandırdığımız, her şeye her zaman ve her durumda koşturan Zeynep Dilek'i, kızım Gülin Dreesen'in Belçika-Leuven'deki evinde konuk etmek fikri ardından kısa bir tura razı etmesi, bir saniyelik iş oldu.
¨Dilek'ciğim, haydi kalk Avropaa'ya gidelim, çeşmelerinden soğuk sular içelim!'
¨Ya-hooo! Yarın sabah valiz hazırdır...¨
Elbette gönül arzu ederdi ki, Ercan ailesiyle birlikte gezilsin, ama fırsat elvermedi.
Biz iki çocukluk arkadaşı, ağbi kardeş, teyze kızım Zeynep Dilek'le yollara birlikte koyulduk.
Gülin'in yaşadığı kent Leuven'i, şetaret torunumuz Maren Mina'nın şaklabanlıklarını, ¨İtaaaalya?!¨ diye geçenlerde gittiklerinden pek beğendiği için tutturması, sonra efendim Amsterdam'a geçişimiz, orada bir gece Stayokay Hostel'inde kızlar koğuşuna Dilek'i yerleştirip, kendimi de erkekler arasında zannedecekken benim koğuşuma yer yokluğundan kalmaya razı olmuş civanmert üç Çekoslavak güzelinin misafir oluşu, alaca karanlıkta üst baş değiştirmeleri, sonra efendim ertesi gün şehrin Kırmızı Lambalı Evler sokaklarında camekân güzellerini Dilek'e gösterip onu şaşkına çevirmek, orada bulduğumuz bir balık ekmekçiden türlü atıştırmalar, sonra Brüksel'e, sonra Brugge'a, sonra Ostendee'ye gidiş, ardından Paris'e araba kiralayıp geri dönüş başlı başına hikâye'dir.
Paris gezisi, daha önceki yerleri avcumun içi gibi bildiğimden, tıpkı diğer şehirlerin kılavuzu gibi bir mihmandarlık misali olarak dilden dile geçecek, kulaktan kulağa aktarılacak biçimde sürecekti sürmesine, lakin göbeği burnunda ve yakın zamanda beni ikinci kez dede yapacak olan kızım da bize katılınca, Maren Mina'yı babaanne Miet Hanıma bırakıp geziye iştirak etmesiyle yavaşladı, çok yer dolaştıramadım kuzen Dilek'e...
Yoksa, biz ikimiz, Paris kazan biz kepçe misali altını üstüne getirirdik evvelallah...
Birisiyle yola çıkmak çok önemlidir. 
Yanınızdaki insanın mızmız, burnu düşse eğilip almaz, kolay beğenmez, müşkülpesent ve dırdırcı olması, hele yolculuklarda, hiç çekilmez.
Allah herkese, kuzen kardeşim Zeynep Dilek gibi yol arkadaşı versin. Otur dedim oturdu, iç dedim içti, ye dedim yedi; daha ne olsun! Kaldırımlarda taban teptik, bana mısın, demedi... Kuru, katıksız ekmek versem, sesi çıkmayacak bir yol arkadaşı!
Neyse ki, kentlere dair tarihî bilgilerle dolu açıklamalarım da ona yetip artıyor, birkaç günde ne görülebilecekse, hele Paris gibi bir geniş mekânda, onlarla yetiniyordu.
Arasan bulunmaz seyahat arkadaşıdır...
Paris'te, Caulaincourt Boutique Hostel adlı bir yerde geceyi geçirecektik; şehrin eğlence merkezi Moulin Rouge'ya yakın bir yerdedir, şıp diye bulduk! Hostel tercih etmemiz, otel fiyatlarının fâhiş olması yanı sıra, yaşamında gençlerle birlikte kalınan hostellere ait tecrübesi olmamasıydı, Dilek'in; ben maşallah epeyi tecrübeliyim.
Kızı yaşında kızlarla beraber kalması hoş olacaktı, açıkçası; ilgi çekiciydi.
Kaldığımız hostelin sıcak Paris gecesinde yarı açık pencereleri sokaktan gelen bir şamatayla, gürültü patırtıyla kısa sürede perdelendi; başka bir şey duyulmaz oldu.
Ben titizliği suratından belli olan bir Hırvat delikanlıyla altlı üstlü yatıyordum; ranzada yani... Burada, Amsterdam'da karşılaştığımca, tesadüfen, Çek kızlar yoktu! Odadaki diğer iki delikanlı yastığa baş koyar koymaz horultuyla rüya âlemine yuvarlanıp giderken, Hırvat delikanlı dünyanın zaptiyesi gibi ortalığı intizama sokmak kararındaydı; uyumadı.
Ben de bir süre uyuyamadım, ama benimkisi titizlikten değildi. Sokaktan gelen kahkaha, şen şakrak çığlıklar, şarkılar, arada bir duyulan akordiyon sesleri, kızlı erkekli dans edilen müziklerin çalıntısı sabah dört sularına kadar sürdü, sonra kesildi.
Ertesi sabah, yani bize kalan uyku saatiyle dört-beş saat sonra, hostelin kahvaltı salonundayız. Dilek ve ben, gece boyu kızlı erkekli ayrı odaların pencerelerinden içeri taşan bu seslerle uyuyamamış olmaktan hiç şikâyetçi olmaksızın, hem de aynı anda, birbirimize bu durumu itiraf edip duyduğumuz şamatadan memnuniyetimizi anlattık.
Evet öyleydi! Ben kendi hesabıma memnundum. Zira buralarda, Paris'i de içine katarsanız Güney Avrupa şeridindeki ülkelerde yaz, bahar geceleri insan sesleriyle dolar; buralarda bu sesler olmazsa, asıl o vakit, insana hüzün çöker...
Uykumuza devam edip, uzaktan uzağa bir eğlence dinlemeyi sürdürerek geçirilen zaman, bize o yüzden rahatsızlık vermemişti.
Yakın zamanlarda yıldızı parlamaya başlamış şarkıcı İspanyol dilberi, bir şalı ve elinde yelpazesi eksik, Marina Garcia'nın son günlerde ortalıkta dolaşan şu videosu, durumu açıklıyor.
Benzerini Lizbon'da, fado-barlar polis mecburiyetiyle sabaha karşı 2'de kapatılınca, insanların sokaklara taşıp müziğe, şarkıya, eğlenceye ve sohbete doymadan sabahladıklarını görmüştüm.
Marina'nın, gece yarısını aşmış olunan bir saatte, arkadaşlarıyla beraber, bar çıkışı, elinde kadehiyle tutturduğu İspanyol flamenko şarkısını izleyeceğiniz bu videosunu seyrederken ne hissediyorsam, o gece, Paris Şamatasında aynı duygular içindeydim. 
Tıklayınız, seyrediniz; haksız mıyım yani?
https://www.youtube.com/watch?v=0Bokv0wvD-g
Şamata olacaksa, Marina'nınki gibi olsun, razıyız; gelsin şarkı söylesin, uykumuz feda...




Tuesday, 20 January 2015

Ekonomi Performansına bir de "tek başına iktidar" penceresinden bakalım!

Yazdan beri sosyal medyanın başından kalkmış, elleri kolları sıvayıp Edmonton kentinde yer alan Türk Derneğini düzene sokma çabalarına girişmiştim. Çok gezen Fatoş'un gezmeleri bu aralar yerele inip ev ve dernek binasındaki toplantılar arasında dokunan mekiklere indirgenmiş olsa da, "gezmekten" yazmaya vakit kalmadı bu aralar. Fakat 2014 yılı büyüme rakamları netleştikçe, benim gibi rakam ve grafik adamını (kadınını) çekiyor yine haberler. Gezi sürecinde başlayan, Cumhurbaşkanlığı sürecinde devam eden seçim barajının indirilmesi taleplerine iktidar kulak tıkayıp, halkı "koalisyon dönemlerinde ülkenin vahim ekonomik durumu" konusunda yalanlarla oyalasa da rakamlar ve grafikler bize çok farklı bir hikaye anlatıyor. Bu defaki Fatoşla Basri analizimizin kaynağı IMF veritabanları. 1980 yılından itibaren mevcut olduğu için o tarihten başlayarak sabit fiyatlarla gerçekleşen ekonomik (GSMH) büyüme oranlarını aldım. Hani 2014 yılını % 3 seviyesinde tamamlayacağımız kesinleşen büyüme rakamlarımız var ya... bunları kullanıyorum bu defa. Gerçi AKP propaganda makinalarının işlerine geldiğinde milli geliri 230 milyardan 822 milyara çıkardık dedikleri rakamlar (yani dolar bazında cari fiyatlarla hesaplandığında) ekonomimiz bu sene dolar bazında küçülmüş, kişi başına düşen gelirimiz de düşmüş olacak bu sene ama analizimiz bu defa sabit fiyatlarla hesaplanan GSMH üzerine. "Son 12 yıldaki değişimi görmüyor musunuz? Görüp de AKP'nin başarısını nasıl inkar edersiniz?" diye soranlara anlatırken dilimde tüy bitiyor ama "sorunun benim Türkiye'deki değişimi görmemem değil, onların Türkiye'nın dışında olanlardan haberlerinin olmamasından" kaynaklandığını anlatmak için bir çalışma daha. 198o'den 2002 yılı sonuna kadar geçen 23 yılda sadece 5 yıl bizim ekonomimiz dünya ortalamasının ve de gelişmekte olan ülkeler ortalamasının altında kalmış. Aşağıdaki grafik bunu gösteriyor. Yani bu 23 yılda tam 18 defa hem dünya ortalamasının hem de gelişmekte olan ülkeler ortalamasının üzerinde büyümüşüz. Koalisyonlar ve hatta ara sıra azınlık hükümetleri ile yönetildiğimiz 11 yıllık dönemde ise 3 defa dünya ve gelişmekte olan ülkeler ortalamalarının altında kalmışız. Yani 11 koalisyon yılının 8 yılında dünya ortalamasının ve gelişmekte olan ülkeler ortalamasının üzerinde büyümüşüz. Peki, 12 yıllık AKP iktidarında ne olmuş? 12 yılın 5 yılında dünyadaki ortalama büyüme oranlarının altında kalmışız, ve daha kötüsü bu 12 yılın tam 8 yılında yeni yükselen ve gelişmekte olan ülkelerin ulaştığı büyüme oranlarının altında kalmışız. Bir başka deyişle AKP'nin ekonomi mucizesi diye kendimizi kandırdığımız bu 12 yılda sadece 4 yıl, bizimle aynı kategoride yer alan ülkelerden göreceli olarak daha hızlı büyüyebilmişiz. AKP öncesi 23 yıllık dönemde iktidarlar bunu 18 defa başarmış, 11 yıllık koalisyon döneminde 8 defa rakiplerimize oranlar göreceli olarak daha hızlı büyümüşüz... Tek başına iktidar döneminde ise sadece 4 defa. Üstelik de bunu ne pahasına sağlamışız, toplumun birbirine düşman olduğu, aynı ailenin içinde insanların birbirlerini Facebook sayfalarından sildiği, sokaklarda gençlerin dövülerek öldürüldüğü, kendisi gibi düşünmeyen herkesin düşman ilan edildiği bir ülkeye dönmüşüz arada. Bu yıl dolar bazında büyüme (yani bu yıl için küçülme) rakamlarından bahsetmeyecek iktidarın propaganda makinası. Çünkü bu yıl cari rakamlardan konuşmak işlerine gelmeyecek. İşlerine geldiğinde ve dolar kurunun avantajı ile dünyanın 16. büyük ekonomisi olduk diye ilan ettikleri şeyi, bu yıl 18. belki de 19. sıraya düştüğümüzde yayınlamayacaklar. Bu aralar sabit fiyatlarla büyüme rakamlarından bahsediliyor... ve tabii Avrupa bu yıllarda kriz döneminde olduğu için sadece Avrupa ile karşılaştıracaklar kendilerini... Ama dünyada neler oluyor gerçekten, hele hele bizimle aynı statüde sayılan, globalleşme sürecinde bizimle benzer ekonomik avantajlardan ve fırsatlardan yararlanan diğer ülkelerde neler olduğundan hiç bahsetmeyecekler. Çünkü o gerçeklere bakıldığında 12 yılda sadece ve sadece 4 yıl elde edilen bir başarı var. Bizden daha hızlı büyüyen bu rakiplerimizin ülkelerine gittiniz mi sahi son 12 yıldır? Onlarda duble yollar ne durumda? Onlarda da yoldan geçen çocuğun elinde cep telefonu, milletin altında araba var mı sizce? Acaba bizden daha iyi performans gösterdikleri her yıl bizden fazla eğitime ve teknolojiye yatırım yapıyorlar mıdır? Onlar da 12 senedir halk "aman bunlar tek başına iktidar olmazsa" batarız diye korkmadığına, ve ekonomileri her halükarda bu başarıyı gösterdiğine göre, onlarda "çalıyorlar ama çalışıyorlar" bahanesiyle milyar dolarları cebe indiren politikacılar AKlanmışmıdır, sultanlarına biat eden politikacılar tarafından? Uzun lafın kısası bu memleket AKP öncesi de batmıyordu... O günlerin ekonomik koşulları bizimle aynı durumda olan ülkelerde neyse bizde de aynıydı... ve hatta onların ortalamasının üzerinde iyileşiyordu durumumuz. Göreceli olarak bu fotoğrafa bakıp hala ekonomi tıkırında, kriz bizi teğet geçti diyecek var mı acaba? Bir sonraki yazıda TUIK istatistiklerine göre tarım alanlarımızı nasıl kaybettiğimizin resmi var? Sahi tarım arazilerimizin1995-2002 yılları arasında yıllık yüzde 0.37 oranında küçüldüğünü, AKP'nin iktidarda olduğu dönemde ise yıllık kayıp oranının 7 kat arttıp, ortalama yıllık %2.5 düzeyinde olduğunu biliyor muydunuz?

Tuesday, 13 January 2015



San Francisco'da Ubıh Çerkesiyle birkaç saat...


Seyahatlerin en güzel yanı süprizlerle dolu olmasıdır. 
Fakat turizm şirketlerinden satın alınmış, askerî kışla gezisine çıkılır gibisinden, planlı programlı gezilerden söz etmiyoruz. 
Sırt çantanı omuzladığın gibi, tasasız ve tasarısız gidilecek olan sokaklara ait seyahattir, bahsettiğimiz. 
Böylesi geziler, jaz müziği dinlemeye benzer, nerede trompet altodan girecek, ne zaman piyano şakırdatacak, konrtabas hangi notada es yapacak bilinmez ya, işte öyle...
San Francisco'da vakit, bana dört gece beş gün yazılmıştı; İstanbul-Frankfurt üzerinden gelmiştim. Kanada'nın Edmonton şehrine havalanacak uçağa kadar sadece bu kadardı. Buraya gelişimin de bir evveli vardır, Brüksel, Leuven, Amsterdam, Lizbon'la doludur; ah, hele Lizbon...
Türkiye'deyse Bodrum'dan Rize'ye kadar birkaç yere gidilmişti; yol yorgunuydum aslına bakarsanız.
San Francisco'da şu kadarcık sayılı gün kalmayı, Edmonton'a varmazdan evvel azıcık istirahat, mola payı olsun diye düşünmüştüm.
Kasım ayı sonları, 2014 Aralık ayı başlarıdır.
San Francisco'daki ilk defa bulunuşuma ait eskiden hatırladığımca yerleri ve ayrıca yeni şeyleri şimdi, bu ikinci gidişimde görmek üzere sokak arşınlıyorum.
Bir kahve molasında tablet-bilgisayar ekranında facebook üzerinden bir mesaj gelip beni buluyor; iyi ki de buluyor. 
Yalnız ve kendi başına dolaşmanın tam da sıkmaya başladığı bir ândı demek, birden sevindim: H.Okan İşçan beni arıyordu, o her zamanki çekinik, birazcık ürkek ve nezaket dolu cümleleriyle... 
Facebook'ta nereye gittiğimi duyurmuş bulunuyordum; demek izlemiş, görmüş:
¨SF'de misiniz? Union Square'de Chancellor Otelde konaklıyorum. Capon Center'da bir çay içeriz. Mümkün olursa, müsaitseniz çok sevinirim.¨
Mesaj kutusundan cevabım, saniyesini sektirmeden gidiyor:
¨What a wonderful coincidence! Bana adres tarifi veriniz lütfen, müsaitim, buluşalım. Bana rakı sözün vardı, yerine bir bira isterim. Öğlen saatlerinde müsait olurum.¨
Karşılıklı mesaj teatileriyle buluşulacak yeri kestiriyoruz, zaten Okan'ın kaldığı otele pek uzak değildir.
Birkaç saat sonra kaldırım üzerinde buluştuk; tarihî San Francisco tramvaylarının kalkış durağı civarında...
Okan dostum, genç arkadaşım, İstanbul'dan yanına bir iki doktor katıp onları şirketi adına, burada o günlerde yapılmakta olan bilmem ne tıp kongresine getirmiş; mihmandardır.
Doktorları konferanslardan birisine bırakıp beni bulmaya koşturuyor, geldiğinde neredeyse alı al, moru mor ve heyecan içindeydi. Zira bu ilk görüşmemizdir, ne zamandır internet üzerinden türlü maskaralıklar yapıp yazışıyoruz ya, şimdi tanışıklığımız gıyabından vicahiye dönecektir.
Okan, Çerkes terbiyesi denilen, o artık günümüze pek ait olmayan nezaketle beni bir yere davet ediyor; karnımız açtır, bir Japon lokantasına gidiyoruz...
Benim Capon Çayevi romanıma teşbihte bulunuyor, anlamaz mıyım?





Japon lokantası ve hele suşi denilince, biraz tırsarım.
Şu uzakdoğu işi çubuklarla yemek, ip cambazlığına benziyor benim için de ondan...
Üstüme başıma dökerim, masayı kirletirim, çubukla yakalanan lokma bana haram olur, boğazımdan geçene kadar bin parçaya bölünür, ufalanır... Velhasılı rezalet bir şeydir!
Okan'a belli etmiyorum, elbette...
Ama yiğitliğe verip San Francisco'nun en meşhur suşi yapımcısı olduğunu söylediği o Japon lokantasına giriyoruz. Soframız dolup taşıyor, yan masada şıkır şıkır giyinmiş, fıkır fıkır konuşan orta yaşlarında üç güzel hatunun seyriyle masamızda azıcık neş'eleniyorum; yoksa bu çubuklarla işim iştir. Benim tahta çubuklarla acemiliğime, karşı masadan arada bir kikirdemeli gülümseyişler geliyor; ¨karizmayı çizdirdik!¨ denilen şey işte budur. Ah Okan ah!



Söylemeye gerek yok, Okan, başı önünde gayet mahcup ve benim arada bir göz attığım masaya asla bakmayarak yemeğini taâm eyliyor. Mesela tuvalete gidip gelirken, masada oturmadan beni ayakta bekliyor; ben mahcup kalıyorum. Bir Çerkesle yaşamak nedir, siz bilmezsiniz!
Çubuk kullanmaktaki mahareti de şaşkınlık vericidir; ¨Tokyo'da dükkân mı işlettin birader,¨ diyeceğim geldi, sustum.
İki saate yakın bir süreyi orada, çubukla savaşarak zar zor atlattım.
Okan'ın merak kesesinde kalmış nice edebî, sanata dair, gazetecilik üzerine şey varsa hepsini ortaya dökmesiyle, yıllardır birbirine hasret kalmış iki dost gibi, tek tek konuştuk.





Capon suşicisinden çubukları yüzüme gözüme bulaştırarak çıkınca bu ânı görüntülememek olamazdı. Lokantanın camekânında bir iki poz da verdim, Okan'ın kamerasına...
Okan'ın kamerası, fotoğraf makinası dur durak bilmiyordu. Daha birkaç yerde selfie-özçekim yaptık ve ardı sıra, Okan portre çalışmalarına girişti. Benim birkaç uzak, yakın fotoğrafımı çekecekti.







Biz, iki Çerkes, masa sohbetine doyamamış olmalıyız ki bir başka yerde kendimize bira açtırdık, ıvır zıvır söyledik; fotoğraf makinasında habire deklanşöre basılıyordu. Her fotoğraf karesinden evvel, Okan ricasını hep yinelemekteydi: ¨Bir fotoğraf daha müsaade eder misiniz?¨

San Francisco'da olduğumuzu kanıtlasın diye, son çekilen fotoğrafa şehrin maskotu tramvayların yanında çıkınılmıştır:
¨Asılma garaja gider!¨ diye ülkemizde bedavacı yolculara vatmanların kızdığı o tramvayların buradaki benzerlerine asılması eski bir modadır, âdettendir; hâlen bileğine güvenen asılı gider.






Limandan şehir merkezindeki bizim buluştuğumuz yere kadar, tramvay hattı, altı üstü 3 km.yoldur, fakat asılan asılanadır; biz asılmadık, fotoğrafını ak kâğıt üstüne bastık.
Oubykh Mektupları başlığıyla sosyal medya üzerinden bin 200 civarında abonesine hemen hemen, her gün mektup göndermeyi, ¨Devrik cümleler¨ kurarak gayet güzel sürdüren, mektupçubaşı Okan'a benim de Fatoş'la Basri sayfasından böyle kısa bir mektubum olsa ne çıkar, fena mı olur?

Cevabî mektubumu buradan gönderiyorum, muhterem muhatabıma!
Ondan da mektubunu bekliyorum; kestane kebap acele cevap diye...
Devrik cümleler, deyişim ise aramızda kalsın: 
Ben ondan iyi bir edebiyat eseri bekliyorum da, yazacaksa devrik cümle kullanmasın diye tavsiyedir...

Devrik cümle, yazarını eninde sonunda tepe taklak eder; az kullanılırsa faydalı, çok kullanılırsa vücuda ve ruha zararlıdır.