San
Francisco'da Ubıh Çerkesiyle birkaç saat...
Seyahatlerin
en güzel yanı süprizlerle dolu olmasıdır.
Fakat turizm
şirketlerinden satın alınmış, askerî kışla gezisine çıkılır
gibisinden, planlı programlı gezilerden söz etmiyoruz.
Sırt
çantanı omuzladığın gibi, tasasız ve tasarısız gidilecek olan
sokaklara ait seyahattir, bahsettiğimiz.
Böylesi geziler, jaz
müziği dinlemeye benzer, nerede trompet altodan girecek, ne zaman
piyano şakırdatacak, konrtabas hangi notada es yapacak bilinmez ya,
işte öyle...
San
Francisco'da vakit, bana dört gece beş gün yazılmıştı;
İstanbul-Frankfurt üzerinden gelmiştim. Kanada'nın Edmonton
şehrine havalanacak uçağa kadar sadece bu kadardı. Buraya
gelişimin de bir evveli vardır, Brüksel, Leuven, Amsterdam,
Lizbon'la doludur; ah, hele Lizbon...
Türkiye'deyse
Bodrum'dan Rize'ye kadar birkaç yere gidilmişti; yol yorgunuydum
aslına bakarsanız.
San
Francisco'da şu kadarcık sayılı gün kalmayı, Edmonton'a
varmazdan evvel azıcık istirahat, mola payı olsun diye
düşünmüştüm.
Kasım
ayı sonları, 2014 Aralık ayı başlarıdır.
San
Francisco'daki ilk defa bulunuşuma ait eskiden hatırladığımca
yerleri ve ayrıca yeni şeyleri şimdi, bu ikinci gidişimde görmek
üzere sokak arşınlıyorum.
Bir
kahve molasında tablet-bilgisayar ekranında facebook üzerinden bir
mesaj gelip beni buluyor; iyi ki de buluyor.
Yalnız ve kendi başına
dolaşmanın tam da sıkmaya başladığı bir ândı demek, birden
sevindim: H.Okan İşçan
beni arıyordu, o her zamanki çekinik, birazcık ürkek ve nezaket
dolu cümleleriyle...
Facebook'ta nereye gittiğimi duyurmuş
bulunuyordum; demek izlemiş, görmüş:
¨SF'de
misiniz? Union Square'de Chancellor Otelde konaklıyorum. Capon
Center'da bir çay içeriz. Mümkün olursa, müsaitseniz çok
sevinirim.¨
Mesaj
kutusundan cevabım, saniyesini sektirmeden gidiyor:
¨What
a wonderful coincidence! Bana adres tarifi veriniz lütfen, müsaitim,
buluşalım. Bana rakı sözün vardı, yerine bir bira isterim.
Öğlen saatlerinde müsait olurum.¨
Karşılıklı
mesaj teatileriyle buluşulacak yeri kestiriyoruz, zaten Okan'ın
kaldığı otele pek uzak değildir.
Birkaç
saat sonra kaldırım üzerinde buluştuk; tarihî San Francisco
tramvaylarının kalkış durağı civarında...
Okan dostum,
genç arkadaşım, İstanbul'dan yanına bir iki doktor katıp onları
şirketi adına, burada o günlerde yapılmakta olan bilmem ne tıp
kongresine getirmiş; mihmandardır.
Doktorları
konferanslardan birisine bırakıp beni bulmaya koşturuyor,
geldiğinde neredeyse alı al, moru mor ve heyecan içindeydi. Zira
bu ilk görüşmemizdir, ne zamandır internet üzerinden türlü
maskaralıklar yapıp yazışıyoruz ya, şimdi tanışıklığımız
gıyabından vicahiye dönecektir.
Okan,
Çerkes terbiyesi denilen, o artık günümüze pek ait olmayan nezaketle
beni bir yere davet ediyor; karnımız açtır, bir Japon lokantasına
gidiyoruz...
Benim
Capon Çayevi romanıma teşbihte bulunuyor, anlamaz mıyım?
Japon
lokantası ve hele suşi denilince, biraz tırsarım.
Şu
uzakdoğu işi çubuklarla yemek, ip cambazlığına benziyor benim
için de ondan...
Üstüme
başıma dökerim, masayı kirletirim, çubukla yakalanan lokma bana
haram olur, boğazımdan geçene kadar bin parçaya bölünür,
ufalanır... Velhasılı rezalet bir şeydir!
Okan'a
belli etmiyorum, elbette...
Ama
yiğitliğe verip San Francisco'nun en meşhur suşi yapımcısı
olduğunu söylediği o Japon lokantasına giriyoruz. Soframız dolup
taşıyor, yan masada şıkır şıkır giyinmiş, fıkır fıkır
konuşan orta yaşlarında üç güzel hatunun seyriyle masamızda
azıcık neş'eleniyorum; yoksa bu çubuklarla işim iştir. Benim tahta çubuklarla acemiliğime, karşı masadan arada bir kikirdemeli gülümseyişler geliyor; ¨karizmayı çizdirdik!¨ denilen şey işte budur. Ah Okan ah!
Söylemeye
gerek yok, Okan, başı önünde gayet mahcup ve benim arada bir göz
attığım masaya asla bakmayarak yemeğini taâm eyliyor. Mesela tuvalete gidip gelirken, masada oturmadan beni ayakta bekliyor; ben mahcup kalıyorum. Bir Çerkesle yaşamak nedir, siz bilmezsiniz!
Çubuk
kullanmaktaki mahareti de şaşkınlık vericidir; ¨Tokyo'da dükkân
mı işlettin birader,¨ diyeceğim geldi, sustum.
İki
saate yakın bir süreyi orada, çubukla savaşarak zar zor atlattım.
Okan'ın
merak kesesinde kalmış nice edebî, sanata dair, gazetecilik
üzerine şey varsa hepsini ortaya dökmesiyle, yıllardır birbirine
hasret kalmış iki dost gibi, tek tek konuştuk.
Capon
suşicisinden çubukları yüzüme gözüme bulaştırarak çıkınca
bu ânı görüntülememek olamazdı. Lokantanın camekânında bir
iki poz da verdim, Okan'ın kamerasına...
Okan'ın
kamerası, fotoğraf makinası dur durak bilmiyordu. Daha birkaç
yerde selfie-özçekim yaptık ve ardı sıra, Okan portre
çalışmalarına girişti. Benim birkaç uzak, yakın fotoğrafımı
çekecekti.
Biz,
iki Çerkes, masa sohbetine doyamamış olmalıyız ki bir
başka yerde kendimize bira açtırdık, ıvır zıvır söyledik;
fotoğraf makinasında habire deklanşöre basılıyordu. Her
fotoğraf karesinden evvel, Okan ricasını hep yinelemekteydi: ¨Bir
fotoğraf daha müsaade eder misiniz?¨
San
Francisco'da olduğumuzu kanıtlasın diye, son çekilen fotoğrafa
şehrin maskotu tramvayların yanında çıkınılmıştır:
¨Asılma
garaja gider!¨ diye ülkemizde bedavacı yolculara vatmanların
kızdığı o tramvayların buradaki benzerlerine asılması eski bir
modadır, âdettendir; hâlen bileğine güvenen asılı gider.
Limandan
şehir merkezindeki bizim buluştuğumuz yere kadar, tramvay hattı,
altı üstü 3 km.yoldur, fakat asılan asılanadır; biz asılmadık,
fotoğrafını ak kâğıt üstüne bastık.
Oubykh
Mektupları başlığıyla sosyal medya üzerinden bin 200
civarında abonesine hemen hemen, her gün mektup göndermeyi,
¨Devrik cümleler¨ kurarak gayet güzel sürdüren,
mektupçubaşı Okan'a benim de Fatoş'la Basri sayfasından
böyle kısa bir mektubum olsa ne çıkar, fena mı olur?
Cevabî
mektubumu buradan gönderiyorum, muhterem muhatabıma!
Ondan
da mektubunu bekliyorum; kestane kebap acele cevap diye...
Devrik
cümleler, deyişim ise aramızda kalsın:
Ben ondan iyi bir
edebiyat eseri bekliyorum da, yazacaksa devrik cümle kullanmasın diye tavsiyedir...
Devrik
cümle, yazarını eninde sonunda tepe taklak eder; az kullanılırsa
faydalı, çok kullanılırsa vücuda ve ruha zararlıdır.