Sunday, 12 August 2018

Yol arkadaşı yolun kaderini çizer


Zaten hep demezler mi, eğer birisini tanıyacaksan ya birlikte yola çık yahut otur da ziftin pekini iç!
Yola çıkıldı mı, neyi ne kadar, nasıl ve niye tasarlamış olursanız olun, talih size sürprizler hazırlayacaktır.
Latin atasözü, ¨Talih, hiç kimseye görünmeden yol alır! ¨ diyorsa, kaderin ve kısmetin sizden bağımsız yola çıktığına hükmedebilirsiniz.
Facit gratum Fortuna quem nemo videt, diyordu Romalılar, kaderin sessizce yol arkadaşı olduğunu söylemek için…
Bütün yolların Roma’ya çıktığına dair sözleri ise bu durumda talihi, kader ve kısmeti de biraz belirsiz hâle getirmiyor mu?
Bir de sora sora Bağdat bulunur sözü var ki, şimdilik bizim anlatacağımızla uzak yakın ilişkisi yok.
Bırakın Bağdat orada kalsın…
Biz, biz dediğim Cura ailesi Bursa’dan ve ben, nereden olduğum tam belli olmayan kimliğimle ben, Bağdat’ı sora sora bulmaya kalkışmadık, 2018’in Mayıs ayı ortasında Arnavutluk’un Başkenti Tiran’a sekstant tutup yola çıktık.
İstanbul’dan Tiran’a havalanan uçakta Cura’ların babası Aykut Bey, kızı Hilal ve oğlu Emre’yle beraberiz.
Yoldaşlarımla birlikte olmaktan memnunum, bu mutluluğumda yanılmayacağımı da biliyorum, keyifle irtifa kazanıyor, yükseliyoruz; bir saatin azıcık sonrasında oradayız.
Benim ¨en kral arkadaşım Aykut Cura¨ diyesim geliyor, Attilâ İlhan’ın İbrahim Cura Limited şiirindeki mısralarına özenip:

en kral arkadaşım İbrahim cura
şimdilik bir romanda tebdil yaşıyor
kan kırmızı serüvenler deneyerek
din iman tanımıyor ara sıra
sövüp sövüp güzelce kirlenerek
amok çılgınlığına bulaşıyor…

Şiirdeki İbrahim’i silin, yerine Aykut’u koyun, işte o ben ve Aykut Cura’dır.
Aykut Cura’yla muhabbetimiz öteden beri edebiyat dünyasında sıkça dolaşır; bazen felsefeye, oradan siyasi tarihe uzanır.
Bu kez Arnavutluk gezisinde, Aykut Beyin hatıratına sıkça başvurmak gerekti. Zira Arnavutluk’un Elbasan kazasında kökleri olan Cura ailesinin geçmişini deşelemeyi pek seven Aykut Bey, 1970’lerde ilk kez bu ata memleketine gidişini aktarıyor:
¨Hududa geldik, muameleler yapılıyor gümrüğü geçmek üzereyiz ve derken yanımıza bir adam verdiler. Bu adam, bizi Arnavutluk’ta kalacağımız süre içinde adım adım izleyecekmiş; gizli polisten. Arabamıza aldık, pek ciddiyiz hepimiz. Nerede duracağımıza, nerede yemek yiyip kimlerle konuşacağımıza kadar bu adam karışıyor, notlar alıyor. Otele gittik, bizimle yatıp kalkıyor. Akrabalarımızı bulduk, konuşmalarımızı tek tek not alıyor. Biz Arnavutluk’u terk edene kadar yakamızı bırakmadı…¨
1970’lerin Soğuk Savaş yılları, Arnavutluk 3 milyon nüfusuyla bir dağ ülkesi, içine kapalı, kendinden habersiz sinek uçsa huylanan bir diktatör var başlarında; Enver HOCA…
Cura’lar iki kuşak evvel Türkiye’ye göç edip Bursa’ya yerleşmiş ailedir. Aykut Bey, henüz Hukuk öğrencisiyken anne ve babasıyla birlikte, bir Mercedes otomobile binip yola çıkıyor; bir MERCEDES, aman Allahım, Alman Kapitalizminin en önemli sembolü, Mer-se-des...
Sosyalist Arnavutluk için ne büyük tehlike…
Aracı hudutta alıkoyuyorlar, başka araca aktarıyorlar aileyi ve Elbasan’daki akrabalarına götürmek üzere alınmış türlü hediyelere de ¨Bunları niye getirdiniz, burada yok mu sanki, bizi aşağılamak mı istiyorsunuz? ¨ kabilinden itirazlarla el koyuyorlar.
Bunların abartılı hikâye olmadığını anlaması kolay: Tiran’da, bugün Batı kapitalizmine kucak açan bu köylü ülkesinin başkentinde dolaşıp o tertemiz yüzlü insanları gördüğümüz sıra şahit olacağımız bir dehliz, bir distopik yeraltı kenti yakın zamanların geçmişine dair bütün aktarılanlarda doğruluğunun turnusol kâğıdıdır.
Aykut Cura’nın Arnavutluk’ta yaşadığı ilk gençlik yıllarının hâyal kırıklığına rağmen bağı hiç kesilmez, her fırsatta ya ziyarete gider yahut oradan gelen uzak yakın akraba ve tanışlara, hatta köylülerine kapısını açar.
Bazılarını Türkiye’de okutur, dokutur; iyilik sahibidir.
Birkaç yıl boyunca, ¨Seni Arnavutluk’a ben götüreceğim, oraları elimle göstereceğim¨ diye tekrarlanan iyi niyetli sözlerin sonuna 2018 yılı Mayıs ayında gelindi; başından beri söylediğimce, yola çıkıldı.
Tiran’da, oraya sabah uçağıyla yola çıktığımız saatlerin öğlesinde, öğle yemeğini Cura’ların kuzeni XHURAJ -Cura ailesiyle birlikte paylaştık.
Ailenin iki güzel, cici kızı ve yakışıklı bir delikanlısı var: Marina, Briksildha ve Jerenis…
Garsonluğu bir kabahat addetmiş ve becermemeye yeminli görünenlerin kahırlı hizmetine rağmen, leziz ve harika yemeklerle dolu bir sofradaydık; anlatılmaz, gidilir, yenilir…
Fakat bizim lakırdımız ne yenildi ne kadar içildi üzerine değildir; ilgilendiğimiz Arnavutluk’un paranoya ile doldurulmuş bir yakın tarihidir.
Nitekim Tiran’ı, daha sonra gittiğimiz Adriyatik’teki sahil şehri muhteşem Durres’i, kuzeyde Müslüman nüfusun apaçık kendisini gösterdiği İşkodra’yı, güneyde Berat ve tabii Elbasan şehirlerini tek tek anlatması, pek sıradan ve sıkıcı turizm yazıları yazanlara kalsın.
Ben, sizleri dehlizli, tünelli bir yeraltı şehrine götüreceğim; ibret-i âlem için…
Cura’lara kalsa belki burayı en son görülecek yerler listesinde sondan bir önceki sıraya dahil ederler miydi, emin olamıyorum.
Israrcı durdum. Tiran’daki bir öğleden sonrasını, klostrofobik bir yere onları tıkıp tarih tünelinde dolaştırmakla, yol arkadaşının yolun kaderini çizdiğini bir kez daha kanıtlamış oldum.
Benim ısrarıma yenik düştüler, ama aslında ne iyi ettiler, hep birlikte tarihin saçmalıklar tüneline girmiş olduk.
Tünele girerken birazcık tarihi hatırlamak da gerekiyor:
Arnavutluk’u Alman Nazi işgalinden 1944’de kurtaran ulusalcı ve komünist-solcu gerilla güçlerin başına geçmiş Enver Hoca’nın iktidara gelişiyle birlikte kurduğu ve 40 yıl boyunca kimseye nefes aldırmadan bir başka alternatif diktatörlükle yönettiği rejimin adı Sosyalist Halk Cumhuriyeti’dir.
1985 yılında Enver Hoca ölürken, geride beton koruganlarla dolu bir ülke bırakıyor: 200 bin civarında betondan askerî sığınak ve siper yeri…
Bugün hiçbir işe yaramayan beton molozu olarak ülkenin olur olmaz her yerinde bunlar ayak bağıdır; toplasan bir dert, orada bıraksan başka dert…
Enver Hoca öldüğünde korugan bırakmakla kalmıyor geriye, Birleşmiş Milletler raporlarına göre, dünyanın sondan en fakir üçüncü ülkesidir ve gayri safi milli hasıla-GSMH sadece kişi başına15 Dolardır. Kurduğu Sigurimi adlı gizli polis teşkilatının, ağzını açan güyâ muhalif binlerce insanı yok ettiğine dair çeteleyi eklersek, yazının tadı tuzu kaçacak görünüyor; geçelim.
Dünyanın Cenneti sayabileceğiniz güzellikteki dağlık ve elbette sahilleriyle muhteşem ülkeyi bir kapalı cezaevine çevirmekte pek mahirdir Enver Hoca; sahilleri elektrikli teller ve mayınlarla dolduruyor, bahsettiğimiz koruganlar olur olmaz her yere dikiliyor.
Dünyadaki silahlanma ve askerî gelişmelerden bihaber olsa gerek, ülkesini refaha kavuşturacak yerde hepi topu tarım ve hayvancılıktan elde ettiği tüm geliri de 1.Dünya Savaşı teknikleriyle oyalanarak harcıyor. Bu dağlık Balkan memleketi Kakistokrasi’nin en berbatına yakalanmıştır.
Mitolojide, Hades’in yeraltı ülkesinde iki ırmak vardı, birisi İniltiler Irmağı [Kokytos], ötekisi Korkular Nehri [Sytks]; işte Arnavutluk bu iki ırmak arasında kalmıştır; bugün açık denizlere yelken şişirmeye çabalıyor.
Dahası var, tüm diktatör başkan babalarda görülen paranoyak kişiliğiyle Enver Hoca kendisini, hükümetini, bir anlamıyla asker-sivil bürokrat elit kadroyu düşman işgali olursa diye yeraltı dehlizlerinde kurduğu kapalı bir dünyaya tıkıştırıveriyor.
Yönetenlerin en büyük korkusu kaçıp saklanmak üzerine olmalı; neredeyse tüm yönetsel sistemlerin bir back-up planı, ne olur ne olmaz diye yeraltına kaçmaya hazır kapıları vardır.
Londra’da, II.Dünya Savaşı zamanı, Churchill Hükümetinin King Charles Caddesindeki yeraltı odalarında savaş bitene kadar saklandığını, ülkeyi buradan yönettiğini biliyoruz; gezip görmüş, idrak eylemiştik.
Fakat Churchill hamamböceği gibi orada yaşamaya devam etmedi, savaş biter bitmez, Downing Street 10 numaralı meşhur başbakanlık ikametgâhına çekiliverdi.
Enver Hoca’nın, Tiran’da kurduğu iki yeraltı hükümet şehri var; şehir demek daha uygun bunlara…
Birincisi Tiran’ın banliyösü sayılabilecek bir tepelik mahallede, içeriye rutubetli bir kapı ve yarı açık tünelden geçip giriyorsunuz.
Enver Hoca’nın ikinci yeraltı hükümet binası ise, daha merkezi sayılabilecek biçimde Tiran’ın tam ortasında, yerin 70 metre kadar altında, beton ve çelikle kaplı bir gizemli tünellerden oluşuyor
Bugün her ikisi müzedir, ziyaretçileri de siyasî tarihe merak duyanlar, o yılları yaşamış olanlardır.
Genç neslin pek ilgisini çekmiyor; hep bildik nedenlerle…
Cura’ların Arnavut akrabaları XHURAJ’ların kızları Marina ve Briksildha’ya sormuştum; gitmemişler.
Daha keyifli yerler varken, bu genç ruhların orada işi ne!
Cura ailesiyle beraber, bu muazzam yeraltı koridorlarına girdiğimizde pek genç simâya rast gelemedik.
Bunlara Enver Hoca’nın Bunkart’ları denmektedir; Banka sözcüğüyle pek yakın akraba, İngilizcedeki Bunker, sığınak-korugan anlamında…
Öyle ya, banka da paranızı koruyor; galiba…
Banka dediğin yağmurda şemsiyeyi elinden alıp hava kuruyunca eline tutuşturup bir de bundan faiz alan yerdir; fakat bu başka bir hikâyemize konu olsun, geçelim.
Hoca’nın Bunk’artı gezmekle bitecek gibi değildir.
Her detaya, göze çarpan en ufak şeye dikkatinizi verirseniz belki günlerce sürecek bir labirent turizmine mecbur kalırsınız.
Enver Hoca’nın bir nükleer saldırı, düşman işgali, olası bir ayaklanma durumunda saklanacağı odası, çalışma yazıhanesi, toplantı odaları vesaire gibi yerler pek zavallıdır; eften püften, üflesen beton-çelik karkas kısmı hariç yıkılacak türdendir.
Şurada manyetolu bir telefon, burada pilleri korozyona uğramış bir radyo, orada bir eski hoparlör; vah vah…
Enver Hoca’nın demokratik seçimleri de evlere şenliktir; Fransız komedi dizisine yakışır.
Seçim oylaması yerlerine iki kutu konuyor; kuş yuvası gibi ahşap şeyler…
Birisi Fronti Demokratik adaya oy verilmesi için, anlaşılacağı gibi Demokrasi Cephesi adayına; ötekisinde adayın, partinin adı falan yok, zaten muhalefet yok.
Enver Hoca demokratik seçimleri işte böylece basitleştirmiştir; sadelikte fayda var.
Sandıklar halkın gözü önünde, ortada, ama sıkıysa git öbürüne evet oyu ver.
Bunun bir benzerini biz 12 Eylül sonrasında referandumda görmüştük. Halkımızdan yüzde 99 oy alan Cunta idaresi de benzerini yapıp uygulamıştı; muhalif oy verenlerin oyu belli olacak biçimde şeffaf zarflar hazırlandı, renkli oy kâğıtları falan…

Biz bu numaraları biliriz de tarih yine yapacağını yapar!
Bütün bir hükümeti, silahlı kuvvetlerin mühim bir kısmını, polis teşkilatını hatta saklanması gereken evrak cinsinden ne varsa tümünü, Hazine diye var olan para altın ne varsa hepsini, halkın demokratik biçimde seçtiği meclisi bile içine alacak büyüklükte bir alana, kömür madeni gibi yeraltına yayılmış dehlizlere giren Arnavutluk’un bu antika yönetimi, neyse ki, pek uzun ömürlü olamadı.
Fakat geride hâlen kendisini toparlamaya çalışan, patinaja düşmüş araç tekerleği gibi yerinde dönüp boşa zaman yitiren bir ülke, saf dilli ve temiz kalpli bir halk bırakmıştır.
Arnavut’un börek yemekten kafası çalışmaz diye pejoratif bir deyişi sıkça kendileri de tekrarlıyor; nitekim BUREK dükkânları adım başıdır, hasılı aç kalmanız mümkün değil.
İnsanları gerçekten saf, saf dilli, temiz kalpli…
Elbasan’da bir otele kendimizi yorgun argın attık; daha evvelinde Cura Bey buraya gelmiş olduğunu hatırlıyor, herhâlde rahat ederiz dedik.
Resepsiyondaki genç adamla İngilizcenin olmasa olmaz kısmıyla, bir iki basit kelimeyle galiba biraz anlaşıyoruz; anlaştık.
Hepimizi bir odaya soktu, arabesk süslemeli, abartılı bir oda, hani avizesinde şamdanlı mumların şıkırdadığı dekorlar vardır ya, işte öyle.
Ama Allah için tertemiz, lakin çift yataklı ve her yatak iki kişilik karı koca yatağı; yan yana…
Otelciye anlatmaya çalışıyorum, bizlere ayrı ayrı oda versin diye dil döküyorum; bön bön bakıyor.
Galiba bizleri topluca aynı yatağa sokmaya çalışacak.
Yahu biz evli değiliz, diyeceğim tuttu da sonradan aramızda şakası bile olduydu, günlerce gülümsetti bizi...
Diyeceğim şuncacık şey, Arnavutlar hem geçmiş yılların ezici ve insan aklını yok eden onca kahır dolu şeylerden ve hem de BUREK yemekten olacak, biraz zor anlaşılıyorlar, kendilerini epeyi zahmetle anlatıyorlar.

Birkaç güne sığan bu gezimizde her dükkânda durup BUREK yemekten, benim de aslına bakarsanız zaten pek çalışmayan aklım biraz bönleşmişti, buncacık şeyi yazmak için birkaç ay geçmesi gerekmiş gibi, işte şimdi, neredeyse üç ay sonra Ağustos ayını bekledim de yazdım; bilmem ki, iyi mi ettim!







No comments:

Post a Comment