Thursday, 28 November 2013

¨Şimdi olmaz, sonra!¨


Bir ailede, tömtöm olup yıllanmış bir evliliğin saadet dolu günleri ¨Şimdi olmaz, sonra!¨ sözüyle geçer.
Bu lakırdı, aile hayatında, bilhassa kocalar için çok etkilidir.
İtalyan Sirki'ndeki aslan terbiyecisinin kırbacı gibidir; alimallah bir şakladı mı, pusup kalırsın...
Bu üç kelime, âdeta, Açıl Susam Açıl sihiri gibi Kırk Haramilerin her kapısını açar, sonra kapar.
¨Şimdi olmaz, sonra¨yı, ziyadesiyle, evin çocukları için kullanırız.
Mesela, biz, sekiz yaşını idrak etmeye başlamış Ali Nâzım oğlumuz son zamanlarda merak saldığı süngerden mermi atan Nerf-Gun tabanca ve tüfeklerini satın almak istediği vakit ona böyle söyleriz:
¨Şimdi olmaz, sonra!¨
Sonrası ne zamandır, bunun aslında hiç önemi yoktur.
Mühim olan ısrarı, beklentiyi, talebi erteleyip ötelemektir.
Sanmayınız ki sadece evin çocuklarına bu lafı ederiz, anne ve babalar, yani karı ve kocalar da birbirlerine bu ihtarı çeker.
Lakin, genellikle evin hanımlarının, ısırma hırsı içinde gelişmiş çene kaslarıyla çiğneye çiğneye bitiremedikleri sakızdan bir sözdür; hatta bu kelimeler tamamen onlara aittir.
Bu sesleniş denilebilir ki bütünüyle kadınların hakkıdır.
Mesela, buradaki adıyla Fatoş, ¨Darling darling, kapının kilidi tutukluk yapıyor, hâlen tamir etmedin!¨ dediği zaman, Basri'nin ¨Şimdi olmaz, sonra!¨ diyecek tâkatı bulunmaz, nefesi kesilir; haddine mi düşmüştür!
Yüzbaşı çadırından çağrılmış emirberi gibi bir selam çakmadığı kalır, emredersin sultanım diye yel yepelek koşturur.
Bu arada, Fatoş'un darling darling [ Sevgilim, sevgilim...] diye double-çifte tekrarı eskiden kalan bir alışkanlıktır; bana kalırsa, bunca yılın ardından, mandolinde penayla trimola yapar gibi üç kez söylenmelidir.
Mesela, Fatoş-Sinem ¨Darliiiing, postaya verilecek dosya var!¨ dedi mi, aslında onu daha gün sektirmeden pullamış olmama karşın yaptığım işten önce kuşkuya düşer, hay Allah ya unuttuysam diye ter döker, sonra telaş ve paniği atlatıp uygun cevabı veririm; lakin asla, ¨Şimdi olmaz, sonra!¨ diyemem.
Alınız, mesela, bu sayfaların yer aldığı blog fikrini bana söylediği vakit, ¨Şimdi olmaz, sonra!¨diyemedim, derhal yazı başına geçtim. Zaten benden kim yazı istese iki dakikada hazırdır. 
Yazı hamburgercisi gibiyim...
Ben, diyelim ki, evimizin üst kattaki çalışma odamda kitap okuyor, mevzuya iyice dalmış bulunuyorum.
Alt katta, istatistik hesaplarıyla memleketin iktisadiyâtına ait değerlendirmeler yapan Sinem, beni bir şey için çağırdı mı, şuracıktaki resimde görüldüğü üzere, ¨Not now! I'm reading!¨ demeyi bir yana bırakın, bir solukta aşağıya koşuveririm. Merdivenlerden yuvarlanmadan indiğime sonrasında şükrediyorum.
                                                                                 

Amelmande, romatizması tutmuş hizmetkârla işleri yürümeyen eski zaman konaklarına evimiz benzemesin diye battal, hantal, lagar, XXL ölçü adam olmamaya hazırım.
Oysa ne güzeldir, siz kitap okurken şair Edip Cansever'in seslediğince, Çağrılmayan Yakup olsanız!
Kimse sizi çağırmasa, elleşmese, dokunmasa...
Siz, elinizdeki romanın içinde kaybolup gitseniz...
Lakin çağırmasalar da siz kitap okuyan hassas insanlar, çevrenizde dönüp yuvarlanan hayatın kımıltılarına uzak kalmayı, duyarsız olmayı, ilgisiz görünmeyi kendinize yediremezsiniz; bilmez miyim?
İşte, bu sayfanın ortasına yerleşmiş Pin-Up diye adlandırılan, poster kızı çiziminin bir vakitler Amerika'da moda olduğu zamanlara ait resimdeki burnundan kıl aldırmaz Pakize tarzında, ¨Şimdi olmaz, sonra!¨demek lazımdır.
Şimdi olmaz, kitap okuyorum...
Siz şimdi merak ediyorsunuzdur!
Şenol ailesinin annesi, hanımı Fatoş'un ne zaman ve hangi durumlarda ¨Şimdi olmaz, sonra!¨ demiş olabileceğine dair merak tilkileriniz kümes etrafında dolaşmaya başladı, değil mi?
Mizahı severim, lakin nükteperdâzlığın bir haddi vardır, yahu; o kadar da değil...


Friday, 22 November 2013

ZıpZıp'tan haberler...


Doktor haklı çıktı!
Doktor Hakan Özdemir, Edmonton'da bize komşudur; aramızdan su sızmaz.
Doktor, eşi sevgili Çiğdem ve Kanada lisesinde tahsil eyleyen oğlu yakışıklı Batuhan'la beraber, biz ZıpZıp adındaki itimizi daha üç aylık olduğu yumak hâllerinde aldığımız gün hayırlı olsuna gelmişti; geçen seneydi, demek it şimdi bir yaşındadır.
Sanki bebeğimiz oldu da kırkı çıkmadan ziyarete geliyorlar...
Doktor içeri girer girmez, ¨Hayırlı olsun, abi!¨ dedi, ¨Bir köpeğin oldu...¨
¨Canım, nereden çıkarıyorsun?¨ diye karşılık verdim, ¨Sinem ve oğlum Ali Nâzım'ın yoğun isteği üzerine aldık, asıl onların köpeği... Ben öyle uzaktan severim!¨ dedim.
¨Yok, yok! Öyle olmayacak, görürsün, köpek sana kalacak!¨ demez mi? Gel de çatlama...
¨Hayırlı uğurlu olsun köpeğin... Ben bir kez bunu yaşadım, bilirim, zahmeti bana kalmıştı...¨ diye ekledi.
Aldı mı beni bir tasa!
İşi uzatıp yokuşa vurmak gerekiyordu, bilirsiniz, zor durumda kalanlar haklılığına kendisini inandırmak için meseleyi Mahmutpaşa'da işporta karışıklığına benzetir.
¨Doktor, öyle deme, Sinem ve Ali köpeği öpe koklaya aldılar, bana da biz zahmetine katlanırız dediler...¨ diye işin tarihçesini aktardım.
Doktor, geç abi geç anlamında bir işaretle meseleyi savsakladı.
Çocukların yeni gelen köpeğe muhabbeti birkaç gündür, unutmayınız; doktor reçeteyi hemen yazdı...
Hanımların köpek aşkına pek güvenmeyeceksin, tıpkı kocalarına duydukları aşka benzer; doktor, reçeteye bunu da ilave etti...
Köpeğe sabırla davranmak, aile saadetini korumak için şarttır; doktor reçetenin son ilacını da böylece yazdı.
Ben doktoru dinlerim!
Aslına bakarsanız, ben doktorgillerden madem bebek-itimizi görmeye geldiler, elleri boş gelmesin diye beklerdim.
Bir çeyrek altın takmadılar!
ZıpZıp'ın teyzesi Çiğdem, bebeciğe bir patik örüp getirmedi.
ZıpZıp ellerinizden öper...
Efendim, Kuzey Amerika kültürünün vaz geçilmez, âşina simâsı ev köpekleridir.
Fatoş ve Basri karikatür dizisinin köpeği Daisy'i, yani Papatya'yı unutmayalım.


Basri'nin şaşkaloz hâllerine kıs kıs gülen bir köpektir Daisy...
Doktor haklı! Benden şaşkalozu olur mu?
Basri, Daisy'i gezdirmeye götürür; tıpkı ben gibi...
Basri, Daisy'in mamasına kadar düşünür; tıpkı ben gibi...
Basri eve gelince, onu ağzında gazetesiyle karşılayan Daisy'dir; bizim ZıpZıp sabah gazetelerini henüz taşımayı bilmiyor, parçalıyor.
Daisy her şeye meraklıdır, kapıya gelen mahallenin postacısıyla yapılan ayak üstü sohbetlerin müdâvimidir. Bizim ZıpZıp gelene gidene havlıyor.
Bu köpek milletine niye ihtiyaç duyulur ki modern evlerde, anlaması güç geliyor bana...
Hani dağda bayırda yaşasak, kuzulu koyunlarımız, danamız ve camuşumuz olsa, tavuk ve civciv dolu kümes kursak anlıyacağım lüzumunu...
Bir çiftlikte ite ihtiyaç vardır. Lakin gel gelelim evlerde tüyünü döken, orayı burayı karıştıran, eskisine bakarsanız evin ortasına hacet gideren bu itlerin bence lüzumu yoktur.
Ben köpek severim, eğer siz bakacaksanız işte o zaman çok severim; değmeyin keyfime...
Onu birkaç dakika okşayıp, poposuna şaplak atmak keyiflidir.
O kuyruğu sallarken, gıdığını okşaması hoş gelir insana; doğaya söz geçirdiğini zanneder insan...
Zaten kuyruk denilen şey hayvanın süsüdür, köpeklerdeyse süsten öte kuyruk bir haberleşme aracıdır.
Sahibi kuyruk sallayışından itin ne demek istediğini anlar; şükürler olsun ben de anlıyorum.
Kakası geldiği zaman müzik temposu tutan Metronomun çubuğu Fa Minör ve allegro hızında sağa sola sallanıyor gibidir; hemen anlarım.

ZıpZıp'tan öğrenmiş bulunuyorum ki Kuzey Amerika, hülasasıyla ABD ve Kanada'da köpek beslemek, bir zamanlar Japon icadı olup dünyayı kasıp kavurmuş elektronik oyuncakların saatli bakımını yapmak gibidir; hatırlarsınız a canım!
Tamagotchi adı verilen bu aletler, Çin pazarında çakma mal, tel maşa olarak üretilip pazara birkaç Dolar fiyatıyla inmişti; siz, alırsanız, Capon'u tercih edin, sağlam çıkar...
Efendim, bu Tamagotchi denilen aleti ev köpeği, kedisi gibi alıyordunuz, bakımını üstleniyordunuz.
Kakası var, çiş saati var, beslenmesi lazım, uyuyacak vesaire...
Hoşt, hoşt Tamagotchi...
Bana kalırsa koruma amaçlı köpeklerin dışında kent evlerine köpek girmesi fuzûlidir, onlar kısa sürede havlayan Tamagotchi'ler olup çıkar.
Bir halta yaramaz bu oyuncağın salgın olup dünyayı bir dönem meşgul ettiğini ZıpZıp'ı alırken hatırlamam gerekiyordu; ama ettik bir hata işte...
Lakin, siz benim böyle dediğime bakmayınız.
Ben ZıpZıp'ı severim, alışkanlık yaratıyor namussuz it; sevgi, alışkanlığa ihtiyaç duyar.
Bizim ZıpZıp, ki adını ben koydum, kutu kapağı açıldığında fırlayan yayları tutmaz palyaço oyuncaklar gibi, ilk geldiğinden bu yana ve hâlâ zıplamayı seviyor.
Kanadalı dostlardan soranlara, İngilizcesiyle Jumpy!, diye tanıştırıyoruz: Nice to meet you!
Bu yazıyı tamamladıktan sonra, Edmonton'daki gecenin eksi 23 derecesinde, diz boyu kar içinde kakasını toplamak üzere cebime naylon poşetleri de koyup dışarı çıkacağım. Allah selamet versin!
Ben dışarıdayken belki okursunuz:
Konuya dair Cumhuriyet gazetesinin Pazar sayfasında bir yazım çıkmıştı, ardından tepki almıştım.
Sonra buna cevaben Açık Gazete'de bir yazım yayımlandı ve altına da Cumhuriyet'teki yazıyı iktibas ettim; işte buradadır, meraklsına....


Bu yazıyı niye yazdığımı merak eden dostlara da söylemeliyim ki Fatoş'un, My Lady'nin ZıpZıp'la hiç ilgilenmediğini şikâyet etmek değildir amacım; o memleketin durumunu deşifre etmek üzere istatistik rakamlardan, video yapımcılığından, tenis maçlarından, Amerikan futbolunu TV'de seyretmekten, bunların hiçbiri olmazsa dın-dın-dııın diye film seslendirmesi olan CSI polisiye dizilerini izlemekten fırsat buldukça, Malties-Poodle cinse ait beyaz köpeğimizi, yani Malta Adası'ndan çıkmaz olaydı ama bir kere çıkmış bulunuyor diyebileceğim ZıpZıp'ı gezdiriyor, banyosunu yaptırıyor, poposuna kakalar yapışmasın diye tüylerini kesip mahrem yerini tavuk götü gibi açık bırakıyor.

*******

Evvelce yayımladığım ve epeyi tantana koparmış o yazıya dönersek, hatırlıyorum da, hayvanseverler ve onların arkasındaki çevreci derneklerden kınama mesajları gelmişti.
Hatta, adı bende saklı bir Cumhuriyet okuru, beni hayvan faşisti ilan etmiş, gönderdiği e-postada, ¨Sizin yüzünüzden Silivri'de paşalarımız hapis yatıyor!¨ filan gibi bir olmayana ergi metoduyla sonuca ulaşmıştı; bravo!
Şimdi benzer tekdir ve tenkidleri lütfen yazmayın, üzülürüm valla...
Bunun yerine, ¨Vallahi çok haklısın!¨ deyiniz de, bu ısmarlama takdirle 55.doğum günümde, yani 23 Kasım tarihli bu yazımın burada çıktığı bugün azıcık sevineyim...
ZıpZıp, havlama geliyorum...





Wednesday, 20 November 2013

Gezi için yapılmış güzel bestelerden biri

Bu yaz Gezi'ye destek olmak için hepimiz bizi derinden etkileyen fotoğrafları, videoları, Gezi destekçilerinin harika şarkılarını, korolarını paylaşırken nasıl olmuş da bunu atlamışım?

Ata Evren Özdemir anladığım kadarı ile Toronto'da yaşanan Kanadalı bir Türk ve Haziran sonlarında Gezi için yazmış bu şarkıyı. Klip'in başı sanıyorum Memet Ali Alabora'nın CNN konuşmasıyla açılıyor, ama devamında da o güzel hiphop/rap beste.




Sözleri de şöyle (vakit bulursam akşama Türkçeye çevireceğim):


LYRICS

It all started with a tree
(Yeah a tree), and you can't cut it down

It started with a tree can you hear that sound
It's the people (the people)

Now what you gonna do?
Everybody stand up no body move

It's a moment (a moment)
That we all really need
Finally awake we've been living in a dream

And everybody knows that we got to break free
It's all going down and it started with a tree!

You can't have it
We said you couldn't cut it down

This is our people
This is our sound

This is our music
This is our voice

This is our movement
This is our choice

Get yourself out there get yourself heard
You can change the world with the power of the word

Enough is enough and we ain't gonna stop
Too many people, not enough cops!

It all started with a tree
(Yeah a tree), and you can't cut it down

It started with a tree can you hear that sound
It's the people (the people)

Now what you gonna do?
Everybody stand up no body move

It's a moment (a moment)
That we all really need
Finally awake we've been living in a dream

And everybody knows that we got to break free
It's all going down and it started with you tree!


SÖZLERİN TÜRKÇE TERCÜMESİ

Herşey bir ağaçla başladı 
(evet bir ağaç) ve onu kesemezsiniz

Bir ağaçla başladı, duyuyor musun o sesi? 
Halk bu (halk)

Şimdi n'apıcaksın?
Haydi herkes ayağa kalsın, kıpırdamasın kimse

Bu hepimizin gerçekten ihtiyaç duyduğu
bir an (bir an)
En sonunda uyandık, uzun zamandır bir rüyada yaşıyorduk

Ve herkes zincirlerimizi kırmamız gerektiğini biliyor
Tüm bunlar oluyor ve bir ağaçla başladı hepsi

Alamazsınız
Kesemeyeceğinizi söyledik size

Bu bizim halkımız
Bu bizim sedamız

Bu bizim müziğimiz
Bu bizim sesimiz

Bu bizim hareketimiz
Bu bizim tercihimiz

Atın kendinizi oralara, ve sesinizi duyurun
Dünyayı bir sözün gücüyle değiştirebilirsiniz

Yeter artık yeter, ve artık durmayacağız
Bir sürü insan var, yetmez polisiniz

Herşey bir ağaçla başladı 
(evet bir ağaç) ve onu kesemezsiniz

Bir ağaçla başladı, duyuyor musun o sesi? 
Halk bu (halk)

Şimdi n'apıcaksın?
Haydi herkes ayağa kalsın, kıpırdamasın kimse

Bu hepimizin gerçekten ihtiyaç duyduğu
bir an (bir an)
En sonunda uyandık, uzun zamandır bir rüyada yaşıyorduk

Ve herkes zincirlerimizi kırmamız gerektiğini biliyor
Tüm bunlar oluyor ve bir ağaçla başladı hepsi

They can take away justice, take away law
Take away freedom, that's what we saw

They talk about peace but they really want war
The world is watching they wont get far

Revolution, it can happen in a day
Don't be afraid of the things they say

We all come together and we can't be stopped
Too many people, not enough cops!

It all started with a tree
(Yeah a tree), and you can't cut it down

It started with a tree can you hear that sound
It's the people (the people)

Now what you gonna do?
Everybody stand up no body move

It's a moment (a moment)
That we all really need
Finally awake we've been living in a dream

And everybody knows that we got to break free
It's all going down and it started with you tree!

Bir, iki, uc, dort

The poets, the artists, the thinkers and writers
The cryptic, the passive aggressive reciters

The actors, musicians, the painters and dancers
They jail us for freedoms of taking our chances

The lovers, the haters, the gays and the straighters
The drinkers, the smokers, the laughers and jokers

The socially awkward, the mamas and papas
The farmers and croppers, the big city shoppers

They sell us, they trade us
They love us, and hate us
They claim that we voted them in so they made us

And last but not least they will give us the knowledge
Of mass education through government college

And they won't apologize, they wanna beat us
And hit us with bullets and forcefully feed us

And now that we've told them that we've had enough it
We will not take it and let them be rough with it

We give them power and we gave them places
And teach them a lesson they'll never erase

So people awaken and finally see

It all started with a tree
(Yeah a tree), and you can't cut it down

It started with a tree can you hear that sound
It's the people (the people)

Now what you gonna do?
Everybody stand up no body move

It's a moment (a moment)
That we all really need
Finally awake we've been living in a dream

And everybody knows that we got to break free
It's all going down and it started with you tree!

We, the Free Peoples of Earth

Declare that Now, upon this Monumentus Occasion of Solidarity

As we stand side-by-side, arm in arm, shoulder to shoulder

Our hearts full of Love, and Compassion, with Understanding, and Acceptance of all that we

face in the eyes the adversity,

Together as One, Man, Woman and Child,

A community, a collective, and most importantly a Revolution of expression

Non-judgmentally driven,

Without persecution of beliefs,

Or the undermining of those with differing values,

Side-by-side, in the name of humanity, of morality and equality for all people

Free from oppression and intolerance, arrogance and tyranny

Unscathed by the unapologetic nature of power and greed

Unmoved by the fear and persuasion

Steadfast in our resolve

Without fear of brutality,

Relentless and merciless savagery

Together we stand for our brothers, our sisters, our elders and our children

Now is the time to move past the lies, the hatred, and the domination of the human spirit

To create a better world, inspired by Unity, Harmony, Education, Opportunity, consideration and

Empathy,

Unwavering as a mountain

Deep rooted as a tree, from now and forever

As one people we will stand strong

As one people we will stand free

And as we stand here side by side

Remember, that it all started with One Tree.
Adaleti alabilirler, alabilirler hukuğu
Özgürlüğü alabilirler, bizim gördüğümüz bu

Barıştan bahsediyorlari ama aslında istedikleri savaş
Dünya seyrediyor, pek ileri gidemeyecekler

Devrim, bir günde olabilir
Onların söylediklerinden korkmayın

Hepimiz bir araya geldik ve durduramazlar bizi
Bir sürü insan var, yetmez polisiniz

Herşey bir ağaçla başladı 
(evet bir ağaç) ve onu kesemezsiniz

Bir ağaçla başladı, duyuyor musun o sesi? 
Halk bu (halk)

Şimdi n'apıcaksın?
Haydi herkes ayağa kalsın, kıpırdamasın kimse

Bu hepimizin gerçekten ihtiyaç duyduğu
bir an (bir an)
En sonunda uyandık, uzun zamandır bir rüyada yaşıyorduk

Ve herkes zincirlerimizi kırmamız gerektiğini biliyor
Tüm bunlar oluyor ve bir ağaçla başladı hepsi

Bir, iki, üç, dört

Şairler, sanatçılar, düşünürler, yazarlar
Gizemliler, pasif agresif ezberciler

Aktörler, müzisyenler, ressamlar ve dansçılar
Şansımızı kullanma özgürlüğümüz için bizi hapse atıyorlar

Aşıklar, nefret edenler, homoseksüeller ve heteroseksüeller
İçki içenler, sigara içenler, gülenler ve espri yapanlar

Sosyal becerisi olmayanlar, analar ve babalar
Çiftçiler ve ekinciler, büyük kent alışverişçileri

Bizi satarlar, değiş-tokuş yaparlar
Bizi severler ve nefret ederler
Onlara oy verdiğimizi söylüyorlar, o yüzden bizi yarattıklarını

ve son olarak da bize devlet üniversitelerinde kitlesel eğitimle bilgiyi vereceklerini iddia ediyorlar

Ve özür dilemeyecekler, bizi dövmek istiyorlar
Kurşunla vurup bizleri, zorla doyurmak istiyorlar

Ve biz şimdi onlara artık yeter dedik
Daha fazla katlanmayacağız, bırakın haşin olsunlar

Onlara gücü biz verdik, ve mekanlara
Şimdi asla silemeyecekleri bir ders vereceğiz onlara


Bu yüzden insanlar, uyanın ve sonunda görün

Herşey bir ağaçla başladı 
(evet bir ağaç) ve onu kesemezsiniz

Bir ağaçla başladı, duyuyor musun o sesi? 
Halk bu (halk)

Şimdi n'apıcaksın?
Haydi herkes ayağa kalsın, kıpırdamasın kimse

Bu hepimizin gerçekten ihtiyaç duyduğu
bir an (bir an)
En sonunda uyandık, uzun zamandır bir rüyada yaşıyorduk

Ve herkes zincirlerimizi kırmamız gerektiğini biliyor
Tüm bunlar oluyor ve bir ağaçla başladı hepsi

Biz, bu dünyanın ögür insanları

Bu büyük birlik fırsatının olduğu an ilan ediyoruz

yan yana, omuz omuza dikilirken

kalplerimiz sevgi, şefkati, anlayış dolu

ve zorlukların gözünde karşımıza çıkanları kabul ederek

Hep birlikte tek olarak, bir adam, kadın ve çocuk

Bir topluluk, bir kollektif ve en önemlisi bir ifade devrimi

yargılayıcı olmayan bir tutumdan beslenen

İnançlara zulümün olmadığı

ve bizden farklı değerlere sahip olanların kuyusunun kazılmadığı

Yanyana, insanlık, ahlak ve herkes için eşitlik adına

Baskılardan, hoşgörüsüzlükten. kibir ve zulümden uzak

Güç ve açgözlülüğün özür dilemez yapısındn yara almamış

İkna ve korkuya karşı yerinden kıpırdamayan

Azmettiklerinde kararlı

gaddarlıklardan, 
durmak bilmeyen ve acımasız vahşiliklerden korkmadan

Hep birlikte erkek kardeşlerimiz, kız kardeşlerimiz, büyüklerimiz ve çocuklarımız için duruyoruz

Şimdi yalanları, nefreti, insan ruhu üzerindeki hakimiyeti aşmanın zamanı

Birlik, ahenk, eğitim, fırsatlar, düşüncelik ve empatiden ilham almış daha iyi bir dünya kurmak için

Bir dağ gibi yıkılmadan

Ağaç gibi derin kökler salarak

Şimdi ve sonsuza kadar

Tek bir halk olarak güçlü duracağız

Tek bir halk olarak özgür duracağız

Burada yanyana dururken
Unutma,
Her şeyin Bir Ağaçla başladığını





ı

Tuesday, 19 November 2013

İtalya'nın yirmi sene evveli



İtalya'nın yirmi sene evveli Türkiye'nin kaç sene sonrası eder?

Fatoş, benden habersiz, buraya bir yazı eklemiş: Kaçırılmış Fırsatlar, başlığı altında istatistik dersine talim ettiriyor!
Allah size sabır versin!
Bu yazıdan sonra, Karagöz'e cevap hakkı verilmişcesine, pattadanak meclise çıkmam istendi.
Yalova Sefâsına gidiyor gibiyiz; cumhur cemaat...
Meraklısı, lütfen, Cevdet Kudret'in üç ciltlik Karagöz-Hacivat adlı eserine baksın...
Ben hep bakarım!
Bir kere, her şeyden evvela, Fatoş'un-Sinem'in Kaçırılmış Fırsatlar başlıklı yazısı altında yorumu bulunan Işıl Yenidoğan hanımefendiye sitem ediyorum.
Işıl Hanım, Sinem'e hitaben, Fatoş'a yazıyor:
¨Senden istatistik dersi almak isterdim, hem de çoook isterdim!¨
Işıl Hanım, benden edebiyat dersi almaya ne dersiniz?
Hatta siyaset felsefesi dersi de verebilirim; İspanyol feylosofu Jose Ortega y Gasset üzerine Türkiye'de bir numarayımdır, yalan değil, vallahi öyledir...
Fatoş'tan sıfır alıp sınıfta çakmak da var! Ona göre...
Ama ben, ben var ya ben, birazcık âlaka gösteren talebeye sınıf atlatırım...
Size, mesela, Anna Karenina romanında Kont Vronsky'nin çektiği diş ağrısından söz edebilir, bunun etkileri üzerine sayısal açıklamalar yapmaksızın insana dair acıları söyler ve öteki şeylerden lakırdıyı geçirebilirdim.
Vronsky'nin meşhur diş ağrısını, benim diş hekimlerim Dr.Hayrettin Gündüz ve Dr. Aylin Öziş dahi bilmez, bilmedikleri için tedavi edemezler...
Tolstoy'un 600 sayfalık kitabını okumaları gerekir, bugün kimde o kadar sabır var!
Televizyonda dizisi yayınlansın diye bekliyor olmalılar...
Ayrıca, Zehra romanında, ilk Çerkes-Osmanlı yazarı olan Nabizâde Nâzım'ın yarattığı karakterleri ele alıp bir kıskanç kadının vehmi-kuruntusu üzerine kocasını ne durumlara soktuğunu konuşabilir, ardından Nahid Sırrı Örik'in Kıskançlık romanında erkek kardeşinin evlilik saadetinden rahatsız bulunan hiç evlenmemiş ablanın şeytanca kurduğu – buna evde kalmış derler, ama ben kullanmak istemem bu vurguyu!- tuzağını aktarabilirdik; ne hoş olurdu.
Haldun Taner'in Bir motorda dört kişi başlıklı kısa hikâyesinde, yandan çarklı ada vapurunu kaçırdıkları için gece yarısı bir motorlu sandal kiralayıp Karaköy'den Büyükada'ya giden dört kişinin paniğini anlatabilirdim. İnsana ait en zavallı hâlleri gösteren ender hikâyelerden biridir; daha niceleri var, bitmedi...
Attilâ İlhan'ın Muammer Bey'in yalnızlığını anlattığı Karantinalı Despina şiirine ne dersiniz; beğenmezseniz, size Edip Cansever'den Mendilimde Kan Sesleri şiirini okuyabilir, üzerine tartışıp bundan bir ders çıkarabilirdik. Sayıları boş verin, onlar yalancıdır.
Yedi kere sekiz 56 etmezse, hatırım kalır; kim dedi ona 56 etmesin diye...
Bütün bunlar, tüm hikâyeler ve romanlar bana kalırsa, sayıların-rakamların dansından daha iyidir.
Heyhat! Zannetmeyiniz ki Basri bunların dersini, vakt-i zamanında almamıştır.
İktisat tahsili yaptığı üniversite yıllarında ekonometri, istatistik, mali cebir, yüksek matematik, iktisadî kalkınma modelleri gibi dersleri alıp talebeliğini bir güzel tamamlamıştır; aferin ona...
Lakin sayıların akılda kalmayan şeyler olduğunu anladığı gün, aslına bakarsanız, onun eline Tabiat Ana Anlatıyor adlı o vakitler Doğan Kardeş Yayınları'nca basılıp çıkmış bir masal kitabını eline tutuşturmuş rahmetli büyüğü Özer Oral beyefendinin kendisini romana, hikâyeye, hatta şiire yüreklendirmesinden beri kurgusal şeylerin daha gerçekçi olduğunu kabullenmiştir.
Bakınız Işıl Hanım, Fatoş'un rakamlarını yarın hatırlamıyacaksınız.
Fakat, Refik Halid Karay'ın Nilgün romanındaki uçarı kadın tipini her zaman hatırlarsınız... Türkân Şoray hanımefendi dahi oynamıştı, Yeşilçam sineması zamanlarında...
Kafka'nın Değişim başlıklı iç karartan romanında karafatmaya dönüşen evin erkek çocuğu, Gregori Samsa'yı unutmanız, mümkün müdür?
Halid Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnû'su size ne hatırlatıyor; Bihter'i elbette...
Bihter'i, televizyon dizisinden, Müjde Ar olarak hatırlayanı da vardır, ben de bazen öyle anımsarım!
Bir de Müjde Ar'ın FUAR kolonyasının reklamı için verdiği pozlar vardır ki mevzumuz buraya ait değildir; üstelik ben lavanta kolonyası severim...
Ya, Sabahattin Âli'nin Kürk Mantolu Madonnası'ndaki zavallı kocaya ne dersiniz? Dünya harpleri zamanında, yani biraz eskiden, Alamanya'da, fırtınalı bir aşk yaşamış Raif Efendi bana göre bütün rakamlardan daha gerçekçidir.
Meşhur üniversitelerden birisinde yapılmış araştırmaya bakarsanız, şöyle oluyor: İki gruba ayrılmış insanlara bir ay boyunca roman okutuyorlar, ötekilerine sayısal değerlere dayalı ekonomiye dair ve öteki güncel haberleri veriyorlar.
Sanıyorum, uydurmuş olmayayım ama, Columbia Üniversitesi'nde yapılan bir laboratuar testidir bu:
Sonuçta, elde edilen gerçek şudur ki, romanlardaki karakterleri okuyup hayatlarıyla karşılaştıranlar her şeyi bir bir hatırlarken, sayısal referanslara dayalı bilgileri okumuş olanlar hiçbir şey hatırlamıyor.
Demem o ki rakam hatırlanmasın diye vardır.
Zaten rakam hatırlayan bir tek Süleyman Demirel babadır!
O, seçmenlerinin adlarını, soy kütüklerini ve nüfus cüzdanı bilgileri dahil olmak üzere bütün rakamları tek tek hatırlayan siyasetçilerdendi; şaka yapmıyorum...
1978'de Yeşilköy'deki Atatürk Havalimanı'ndan, o vakitler Yeşilköy Havalimanı diye adlandırılıyordu, başbakan sıfatıyla Demirel resmî gezi yapmak üzere İtalya'ya gidiyordu.
Ben, Cumhuriyet gazetesinde, taze muhabirim.
Yolcu salonunda, Demirel'i, aman efendim saman efendim diye uğurlayanlar ve bir şey yumurtlasa da yazsak diye bekleşen basın mensupları var.
Ben de bıyıklı hâlimle oradayım...
¨Türkiye, bugünkü İtalya'nın ekonomik kalkınmışlık seviyesine 20 yıl sonra varacaktır!¨ demişti.
Sonra meşhur gerdan kırmalarından birisiyle başını sağa sola çevirdi; biz bir şey anlamamıştık!
Bunu, elbette, bir iktisadî planlama öngörüsüyle söylüyordu; bilgileri Devlet Planlama Teşkilatı'ndan almış olmalıydı.
O vakitler Devlet Planlama Teşkilatı-DPT vardı ve başında Turgut Özal oturuyor, makamında, takunyalı dolaşıp pasaklı bir helada abdest alıyor, yere seccade atıp namaz kılıyordu.
Yıl 1978'dir, dikkatinizi celp ederim efendim...
Sülüman Baba, 1978 artı 20 yıl diyerek, demek ki 1998 yılını işaret ediyordu.
Fatoş! Sinem, doğru hesapladım mı?
Üç kere beş on beş eder, matematiğim de fena değildir yani; kerat cetvelini ezbere bilirim...
Şimdi İtalya'nın yirmi yıl evveline ait rakamları bulup kıyaslamanız için sizi, hepinizi Fatoşanım teyzenin sınıfına talebe kaydediyorum; Allah akıl fikir versin...


Monday, 18 November 2013

Kaçırılmış fırsatlar

AKP iktidarının başarısı (!) ile ilgili grafiklere devam...

Bunları ben mi görmüyorum Türk haber sitelerinde yoksa bilumum AKtimlerin "şöyle harikalar yarattık, böyle harikalar yarattık" propagandaları arasında yandaş medya sütunlarında bunlara yer mi kalmıyor, bilemiyorum.

Biz bu yaratılan ekonomik harikaların hayalleri ile uyuyaduralım, matbaanın Osmanlı'ya neredeyse 300 sene geç gelmesi gibi, yeni enerji teknolojilerine yatırım konusunda Avrupa'daki rakiplerimizin hızla gerisinde kalıyoruz.

Yenilenebilir enerji konusunda nerede olduğumuz kolayca anlamak için EuroStat istatistiklerinde yer alan bilgilere göz atmak kâfi. 2002-2011 yılları arasında tamamı AKP iktidarına denk gelen bu dönemde, karşılaştırması kolay olsun diye bizimle aynı kapasitede başlayan 2 kaynak daha seçtim. Biri Almanya, diğeri de Avrupa Birliğine üye olan son 10 ülkenin toplamını gösteren veri toplamı. Yukarıdaki grafikte Türkiye'yi temsil eden mavi renkli trend çizgisiyle, turuncu ve gri olanı karşılaştırdığınızda aramızda açılmakta olan uçurumları göz ardı etmek mümkün değil.  Bir de yazılı olarak söylemek gerekirse (rüzgar, güneş, jeotermal ve bioatıklardan üretilen) yenilenebilir enerji kaynağı üretimimizi 10 senede, biz, %12 artırmışız. Eh, ne güzel işte diye bunu da pazarlayanlar çıkacaktır yakında... Gelin görün ki aynı dönemde Avrupa Birliğine üye ülkelerin toplamında bu kapasite 97,000 TEP'ten 162,000'e çıkmış: Artış oranı yüzde 67. Benzer şekilde artış oranı Birliğe en son üye olan 10 ülkede %72, Almanya'da ise %187 olmuş. Hadi hayal kurmayalım, kendimizi Almanya ile denk tutmayalım desek de Avrupa genelinin ne kadar gerisinde olduğumuz aşikâr.

Bu arada talep gelirse bilâhare onun da grafiklerini sunmak üzere ufak bir not.. Aynı süre içinde Avrupa genelinde HES'lere yatırım durmuş. Doğayı katletme pahasına HES kapasitesini arttıran tek ülke biziz, Avrupa'da.

Bir de bu istatistikleri derlemek üzere internette arama yaparken karşıma çıkan Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü'ne ait bir 2012 yılı faaliyet raporu var ki, AKP'nin ustalık döneminde bütün işler böyle yapılıyora vay halimize dedirten cinsten.

Millet yenilenebilir enerji konusunda Ay'a gidiyor, bizim AKP yönetimindeki genel müdürlüğümüz "merkezdeki internet bağlantı sorunlarını gideremedikleri için" iş yapamıyor. 

Acaba CHP'de Ekonomi Politikaları Genel Başkan Yardımcılığı gibi, muhalefet partilerinde yenilenebilir enerji üzerine çalışmalar yapan bir ekip de var mı? Yoksa ve Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğünün pek faal (!) faaliyet raporlarında anlatılanlara kalmışsa işimiz, kaynağı her fırsatta "ama bizde petrol yok, doğal gaz yok ki" diye enerji fakirliğine bağlanan, ve artık tehlike sinyalleri çalmaya başlayan cari açığı kapatmak için kaçırılmış fırsat olarak kalmaya mahkum bu konu.

Ayrı telden...

Benim sevgili kocacığım, 16 yıldır yaptığı gibi, inceden inceden beni (ve muhtemelen tüm kadınları) şikayet ede dursun, benim bu blog sayfalarını ve sizin ekranlarınızı işgal etme amacım farklı. Ondan çok ayrı telden çalacağım ben bu ik yazımda yani...

80'lerin gençliğindenim ben. 80 öncesi çocukluk yıllarımı hayal meyal hatırlarım. Basri'nin duvarlara "Kahrolsun Emperyalizm!" yazdığı yıllardan benim hafızamda sadece Bursa'nın Tophane mahallesinde elinde silahla koşan gençler kaldı. 12 Eylül darbesi ve darbe sonrası anayasası "bu ülkeyi anarşiden kurtardı" diye onu alkışlarla karşılayan bir çevrede büyüdüm, en azından öyle hatırlıyorum. Ardından da 80 sonrasının, suya sabuna dokunmayan apolitik kuşağına katılmış oldum.

90'larda da Özal gençliğine yakışır bir şekilde "kariyer" peşinde koşmaya başladım. Kendimce pek aktiftim öğrencilik yıllarımda, ama benimki mezun olurken CV'ne yazıp o büyük uluslararası şirketlerden birine kapağı atmana yarayacak cinsten, İşletme Kulubü başkanlığı, Gazatecilik Kulubünde işadamları ve politikacılarla röportaj filan cinsinden "aktiviteler"di.

Durup düşünmek, düşündüklerini paylaşmak için vakit ve bunlara gerek de yoktu. O dönemde ailemde 5 vakit ibadetini yapmak isteyip de yapamayan, okula gitmek isteyip de okuyamayan olmadığı için "seküler azınlık dindarlara baskı mı yapıyor" diye sormak aklıma bile gelmedi. Evimizde babaannemin, amcamla ve yengemle Türkçe'den başka bir dilde konuştuklarını görmeme, bir çoğu sarışın ve renki gözlü akrabalarımın hiç de ortalama Türk insanına benzemediğini farketmeme rağmen, ilkokulda andımızı söyletmek için arkadaşlarımın karşısına çıkarken, bunun Kürt arkadaşlarımı rahatsız edebileceği hiç aklıma gelmedi. Eh, ne de olsa ben Boşnak olarak mutluydum Türk olmaktan...

Bundan tam 17 yıl önce de sevgili eşimle tanışınca bir aileye çok okuyan bir kişi yeter diye ben onun hayallerinin yolunu açma rolünü tercih ettim. Böyle yol açma filan derken  elinde süpürge, ütü filan olan tipik Türk ev hanımı tiplemesi gelmesin akıllara. Kocam haklı! Evimize sık sık gelen misafirlere yemek yapmak dışında ev işleri ile pek aram yoktur. Benim yol açma yöntemim olayın maddi boyutunda. Özal gençliğine layık "pazarlanabilir" becerilerim ve de hem mezun olduğum Bursa Anadolu Lisesi hem de lise sonrası Kalifornia'da geçirdiğim yıl sayesinde mükemmele yakın ingilizcem olduğu için, Basri kitaplarının ve hayallerinin peşinde koşa dursun, sokaklara düşüp ailenin geçiminin çoğunu kazanmak bana düştü.

Taa ki 30 Mayıs sabahı kahraman Türk Polisi (ya da zabıtası) sabahın beşinde Gezi Parkı'nı korumak isteyen gençlerin çadırlarını ateşe verene kadar. İnsanın elinin altında gezinecek interneti olunca, parkı yıkıp yerine mağazalar ve rezidans yapmak istedikleri binanın İstanbul mimari tarihi açısından hiç de önemi olmadığını, AKP'li eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın muhtemelen bu düşüncesini medyaya açıkça ifade ettiği için görevinden alınmış olduğunu  tahmin etmesi hiç zor değildi.

Özgürlüğü sünni inançların kısıtlanmış haklanının geri kazanılmasından ibaret sananlara, çıkar kaygısı ve iktidar hırsıyla bu ülkeyi her geçen gün daha da kutuplaştıranlara, kendilerine göz göre göre yalan söyleyenlere daha fazla tahammül edemeyenlerin başkaldırısıydı, bence Gezi. Benim açımdan öyleydi.

Bu blog benim için, Gezi'yle başlayan kendi şahsi direnişimin bir uzantısı. Binlerce kilometre uzaktan gaz yemedim, Gezi Parkı çadırlarında yatmadım, polis coplarından nasibimi almadım belki ama  benim de daha aydınlık bir Türkiye için hayallerim, ve söyleyeceklerim var.

Lütfedip ve merak edip Fatoş'la Basri'yi okuyanlar Basri'nin kötümser serzenişleri kadar, benim saflığımı, bazen cahilliğimi, iyimserliğimi ama her zaman içtenliğimi okuyacaklar. Fatoş'la Basri'nin evine hoş geldiniz!





Sunday, 17 November 2013

Haydi hayırlısı!

Basri mahlasıyla Mahmut yazıyor:

Karı koca hayatında dırdır olmazsa, evliliğin tadı olmaz!
Attilâ İlhan'ın Yasak Sevişmek adlı şiir kitabında, Karantinalı Despina şiirini hele bir açınız; son satırı, ne diyeceksem vallahi onu der:
¨Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması...¨
İşte karı kocalığın temel düstûru bu olmalıdır, sanıyorum.
Birbirini, evveliyatında, anladığını zannedenlerin bir ömür boyu birbirini anlamaya çalışmasına biz evlilik diyoruz!
Bu yüzden kocaların karı dırdırı çektiğini sanıyorum; zira kadın kısmı çakır pençelidir ve alimallah tırnağını gösteriverir. Kocalar ise, zavallımlar, anlıyor görünüp anlamış gibi davranır.
Zaten kadınların kavga etmeyince içi rahat etmez, ruhu daralır. Kavgasız, münâkaşasız içi sıkılır, illa bir şey olmalı, münazara-çekişme yaşanmalıdır.
Karının iyisi, kocasının yağı kızarmış tavaya atılan patates gibi cız eden kızgınlığını, yeri gelince, sulu sepken gözyaşlarıyla, bu kâfi gelmezse kadınca bir kahkayla söndürmeyi bilen kadındır. Benim hanımım da bu cinstendir!

Bir şey söylese de hemen yapsam, demek aşk demektir.
Seferberlik ilanıyla silah altına alınan hazır kıt'alar gibi erkeklerden karısının emrine âmade bulunanlara da âşık koca, denir; ben de o cinstenim...
Zaten, âşık erkek hatırâtına kıymet gösteren adamdır, ki ben, ruh ateşi daima 37 dereceyi aşan bir koca olarak, karımın hatırlamadıklarını bile hatırlamak fazlalığı gösteririm.
Mesela, Antalya'da bulunduğumuz, evliliğimizin ilk yıllarında, Sinem Antalya TV'de bir programa konuşmacı olarak çıkmış, yarım saat kadar internet üzerine konuşmuş bulunuyordu. O şimdi zırnık dahi hatırlamıyor ama ben, üzerine hangi tayyörü giydiğine kadar biliyorum.
Dünya meselelerine kuşbakışı bakmak için tayyareden daha münasip bir yer nasıl yoksa, âşık koca için karısının şerrine sessiz kalıp tasavvufa yönelmek kadar doğru bir şey olamaz; madem evlendin, kadere rıza göstermelisin. Koca dediğin, stoik bir tarzda olan bitene katlanmalı, susup sesiz kalmalıdır.
Zira kadın konuşur, konuşmazsa çeker gider.
Şair Haydar Ergülen'in Eylül şiiirinde dediği gibi, ¨Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir/ Kadın gider ve bundan bir şâir doğar...¨
Ha, bir de Mehmet Rauf'un Eylül romanı vardır ki şimdi bunu aktarmaya kalkarsam, hanımım Sinem'i afaganlar basacaktır; o okumayı değil, gezmeyi sever.
Eylül romanında Süreyya'nın kuzeni Necib Bey, Suad adlı gelin hanıma duyduğu aşkıyla yangına... yok yok, siz romanı okuyun daha iyi..
Pasaklı kızın kocadan yana şansı olurmuş derler, ağızları çuval değil ki büzesiniz, siz buna da pek aldırış etmeyin; yalan yanlış şeylerdir.
Lakin anasına bak kızını al dedikleri, asıl işte bu doğrudur.
Benim hanımım, Medeni Hukuk gereği karım Sinem, annesi Saadet Hanım gibi gezmeyi pek sever; ben evde oturacak zannetmiştim, haydi sokağa çıkalım demeye görün terliği fırlattığı gibi ayakkabının tekini kapıda ötekisini yolda giyer. Bazen, telaşeden, tek ayakkabıyla arabaya bindiği dahi olur!
İşte, çok gezen mi çok okuyan mı diye tekerlemeli tekrarı burada anmamıza bu sebep oldu; o gezip dünyayı anlamaya çalışıyor, bense okuyarak milyonlarca insanın ruhuna girip keşif yapıyorum.
Karımın huylarını siz bilmezsiniz! Ben bilirim...
Marketten aldığı pirinci tane tane sayacak kadar cimri olup kocayı inletir, lakin öyle zamanları vardır ki önüne gelene padişah cülûsu dağıtır; bana dirhem koklatmaz...
Kazan kaldıran Yeniçeri bile mecidiye mevzusunda daha şanslıdır.
Bana kalırsa kocanın iyisi, karısını bal börekle, fıstık bademle besleyenidir. Böylesine ebedi koca denir, ancak biz bu tanımlamayı pek haz etmeyiz. Çünkü öyle denince, akla Rus yazarı Dosto'nun düşkün kocası gelir; tahammülfersa bir şeydir.
Dostoyevski, 1870'de kaleme aldığı Ebedî Koca adlı romanında evlenmeye doyamıyan kahramanı Trusotsky için şöyle diyor:
¨Bu adamlar, dünyaya ebedi koca, daha doğrusu yalnızca koca olmak için gelmişlerdir. Böyle bir erkeğin dünyada evlenmekten başka görevi yoktur. Evlendikten sonra, yaradılıştan karakter sahibi olsa bile, hemen karısının bir parçası hâline gelir. Bu gibi kocaların belirgesi alınlarındaki malûm süstür!¨
Siz buna kulak asmayın, Dostoyevski bir edebiyatçı, roman yazarıdır; böyle ileri geri konuşabilir; kocaların tamamı tomruk cezasına mahkûm değildir ya!
Hürriyet gazetesindeki çizgi-roman kuşağında yıllardır yer almış Fatoş ve Basri komikliğine niye ihtiyaç duyduğumuz ise apayrı bir hikâyedir.
ABD'de, 29 İktisadî Buhranı'nın hemen ardından, 1930 yıllarında Chic Young adlı karikatür sanatçısının başlattığı Blondie karakteri, yani Fatoş, günlük karikatür skeçleri olarak o zamandan beri dünya basınında yer alıyordu; bir kuşak onunla büyüdük.
Fatoş, yani Blondie, havaî bir gençlik sürerken Basri'nin, yani Dagwood'un aşkıyla yanar biter; evlenirler.
Ondan sonra didişmeli bir hayat onları bekler, ama mutludurlar. Didişip itişmeden duramazlar.
Şükürler olsun biz itişmiyoruz ama didişiyoruz, ne söylesem mutlaka tersini söyleyen bir karım var; daha ne olsun...
Sinem'in Gel seninle Berberistan'da bir berber dükkânı açalım tekerlemesine uygun biçimde, bir akşam üzeri, bu sayfanın içeriğine ait şeyler söylediği zaman aklıma birden Fatoş'la Basri karikatürü geldi.
İşte, bu sayfalar, Blondie&Dagwood karakterlerinin adı konularak oluştu.
Ben, ¨Bu işin bir uçarı kaçarı vardır, araştırıp bakarsak belki çıkış yolu buluruz!¨ dediğimde, ¨Yok, olmaz, imkânı yok, internete baktım, öyle değil, ben biliyorum!¨ diye hep itiraz eden, sonra hayat ona aslında her zaman başka çıkış kapıları bulunduğunu da gösterdikçe bana hak veren karım, Sinem'in aklından geçen bu projeyle buraya gelmiş bulunuyorum.


Bundan böyle o yazacak ben yanıtlayacağım, ben yazacağım o bana kızacak!
Hakkımda hayırlısı...